İster Dünya’yı inceleyin isterseniz İnsanı hangisini baz alırsanız alın, sanki birisi ayna, diğeri o aynada görüntüsü gibidir.
Bir hadis-i şerifte Hz.Peygamberimiz (sav.) “Allah’ım hayretimi arttır” buyurmuştur. Hz. Mevlânâ da ilahiaşk boyutu ile seyrettiği için alemi Efendimizin sarf ettiği bu hayret-i mahmudeye binaen şöyle buyurmuş:
“..Kâh böyle gösterir kâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş, ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendinden geçmiş bir hayrandır..”
Bu açıklamadan hayretin iki çeşit oldu anlaşılıyor.
Hayret-i Memduh (övülmüş hayret): Dinde olan ulvî müşahede ve nimetlerden zuhur eden, Allah’ın esma ve sıfatından hasıl olan hayrettir.
Hayret-i Mezmûm (yerilmiş hayret): Dünya ve ondaki olan mâsivâdan hoşlanarak, bu hoşlanmanın akabinde hayret etmektir. Bu hayret, nefsin hevâsından hasıl olur.
İbn Farız hazretleri her iki hayrete de işaret ederek şöyle buyuruyor:
“Ey hayret, sende benim sevdiğim hayret varsa şayet.
Hiç tereddütsüz seni sevdim ve yolunu seçtim.”
Hayretin artması, ilmin ve hikmetin artması ve eşyanın hakikatına nüfuz edilmesiyledir elbette. Bizde ele aldığımız bu yüzeysel benzeşmeleri tekfekkür ettiğimizde hayret duygusu yaşıyoruz.Âdeta dönmek, kâinatın bir zikri, bir nakaratı olur.
Kainatta asılı gibi durup birbirlerinin etrafında dönen devasa gök cisimleri, anne karnında dönen fetüs,atom çekirdeği dönüşü, insanların eğitim ve tekamülle eriştikleri değişim derken hepimiz belirli bir period içinde halden hale dönüp durmaktayız.
Yaradan kainatı sabit bir nizam ile değilde dönüşle birlikte değişim halinde bir sistem üzere yaratarak monotonluktan sıyırmış, kurtarmış ve insanlığa bu ayrıcalığı lutfetmiştir.
Sabah -geceye eriyor,günler -aylara, aylar-yıllara,yıllar-mevsimlere dönüşüyor derken helozonik ve her adımda bir ileri noktaya seyreden bu zaman akışı bazan yaz yağmurunu, kışın bizi şaşrırtan güneşli günleri ile süprizleri gibi nice oluşum belli bir yörüngenin sunumudur. Hem insan,hem kainat,hemde kur-an-ı Kerim işte böyesine güzel ahenkte yaratılmıştır bizlerde hiç sıkılmadan bu üç kitabı okumaktayız.
Big Bang teorisinde keşfedilen “uzayın genişleme” halini insanın “tekamul” hali ile örtüşen bir durumdur manen. Durağanlık,sabitlik alemde kesinlikle yoktur. Alemin yoktan var edildiği gibi insanında bir damla sudan yaratıldığını buyurur yaradan. İnsanı galaksideki birçok gezegen arasında kendine benzeşen yapısı ile Hz. Ademi yeryüzüne göndererek Dünyada bir yaşama başlangıç seçmesi “biz” olmanında bir anahtarı bir nevi. Öyle ya bize benzeyen bir dünyada yabancılık çekmeyeceğiz. Evrenle “biz’iz” ve kimbilir zaman ilerledikçe bilimin keşifleri ile daha nice benzeşen noktalarımız çıkacaktır.
1-Dönüş=hareketlilik
Güneşinde döngüsü ile oluşan mevsimler gece ve gündüz oluşumu yaşamı durağanlıktan çıkarıp programlanabilir bir düzen ve intizam içinde bir yaşama bizi yönlendirir.
İnsanın en değerli varlığı “zamanı” olduğuna göre onu kendi iradesi ile saatlere ayırıp, günlük aktivitelerini düzenleyebilir olması içimizde ve dış yaşam alanımızda monotonluktan kurtarır ki inşirah suresi 7.ayette mealen Rabbimiz buyuru ki:
O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
Bu ayetle ilgili değişik yorumlar yapılmışsa da İbn Âşûr’ “önemli işlerden birini tamamlayınca, ardından başka bir işe yönel ki böylece bütün vakitlerini önemli işlerle değerlendirmiş olasın” şeklinde yorumlayarak yönelim alanını oldukça geniş persfektiften bakmıştır. Çalışma, üretme, öğrenme-öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri emredilmiştir şeklinde bir bakış açısı sunmuştur. Bu açılımda hareketliliğin durağanlık karşısındaki önemini ve gerekliliğinide açıklıyor. Çünkü hedef belirleme ve bu hedefe ulaşmada çalışmanın esas olduğu ve önemli olduğunu kişisel gelişim uzmanları, yaşam koçları, eğitimciler de üzerinde durmaktalar.
Bu esas bilinmese idi atalet dediğimiz tembellik içinde ilimde bilimde ilerlemek mümkün olmazdı zaten.
2-Dönüş=değişkenlik
Bir bakıyoruz dünya günlük güneşlik kendimizi mutlu hissettiğimiz günler gibi. Bir bakıyoruz kum fırtınaları yada tufanlar seller altında dünya karamsar yıkık çökmüş ruh hallerimiz gibi. Bu taşkınlık halleri aynı bizim ruhsal hastalıklarımızda ki yada mizaçlarımızdan kaynaklanan taşkın hallerimizle de benzeşmekte.Bizde ki deprasyon gibi bir çöküntü yaşar yer yüzüde.
Seller koca koca binaları önüne katıp sürüklerken bizlerde mantık dışına çıktığımızda irade ve otokontrolden çıkıp ne cinayetler,ne zulümler sergileriz kimseyide düşünmeden.Fakat ilim bilgi ve tekamül esasları kötü davranış ve hareketlerden arınmaya yönlendirir.Vücudun nasıl ki aldığı gıdaları faydalı zararlı diye ayrıştırıp beden dışına atması gibi insanlık her zaman daha iyiye daha mutlu yaşama doğru yönlenir.Ertesi gün güneşin doğacağını yeni bir günün başlayacağını bilir şarj eder kendini toparlar. “Bir karanlıktan sonra bir aydınlık gelir”
Dünyadaki madenler yönündende bakarsak işlenmeleri dolayısı ile uğradıkları değişimlerde vardır.
Rüzgardan enerji üretmek,sütten peynir,sıcak havanın soğukla temasından yağmur kar oluşumu,glikozun vücudda enerjiye dönüşümü gibi daha nice değişkenlikler görürüz.Bir devir daimlik silsilesi halinde insanda ve madde aleminde bir seyr yapmak yeterli görmek ve idrak etmek için.
3-Dönüş=Değişkenliğin ileri adımı dönüşüm:
Çalışma, eğitim ve bilimsel çalışmaların ışığında yapıla gelinen tüm güzel işler, ibadet yönüyle geliştirilen ahlaki ve ruhsal tekamüller, hareketliliğin meyvesi değişkenliği beraberinde getirdikten sonra artık kişide dönüşüm vaktidir.
Dünyada; medeniyet bazında, teknoloji bazında kazanımlarında etkisi ile görsel zenginlikler güzellikler artarken, insanında içsel yapısında tekamülle beraber olgunlaşma ile yaşam şekilleri ve hareketlerde de dönüşüm başlar.
Evrim teorisinin çöküşü ile artık maymundan türemediğimizde kanıtlandıktan sonra gözler tamamen kendi doğuşumuza ve tekamülümüze odaklanmıştır.
Örneklendirirsek:
Cimri bir insanın artık cömert olması bir dömüşümdür.
Cehaletten sıyrılıp bilgi ile donanması bir dönüşümdür.
İnkardan sıyrılıp iman sahibi olması bir dönüşümdür.
Bencillikten sıyrılıp paylaşımcı olması bir dönüşümdür.
Bir kadının doğumdan sonra “anne” olması bir dönüşümdür.Artık çocuğunu kaybetsede o bir anne olarak hep kalacaktır.
Dönüşüm oluştuktan sonra artık geriye dönüş pek mümkün olmadığı için, yerleşik bir karakterin oluşması, tasavvufi bir bakışla mutmain nefis yapısına büründüğü için hakikate ulaşır ve bu mertebe de ayaklar kaymaz (hal değişikliği olmaz), ancak daha üst basamaklara çıkabilir.
Dünyanında kıyamet kopmadığı sürece var olması ve ilk çağlara dönmesi mümkün olmadığı için dünya yönüyle medeniyetlerin oluşumu bir dönüşümdür.
4-Dönüş=Ahenk
Dr.Haluk Nurbaki Hoca bu ahenk hakkında ne söylediği ve Hz.Mevlana ‘dan seyrettirdiği bir bölüm:
Kuran-ı Kerimin okunmasını dahi inceleseniz bu dönüşün bir farklı yönünü bulabiliriz “Ahenk” . Yüzyıllardır okunur hemde devamlı,her gün bıkmayız usanmayız monotonlaşma duygusuna kapılmayız.Öyle bir ahenk ile vahyedilmiş ki seslerin iniş çıkışı sıkılmadan okumamıza sebeptir.
Allah musikiyi yaratmıştır. Allah âhengi vermiştir. Sedalara âhenk veren Allah’tır. Atom çekirdeklerindeki manyetik rezonanstan, titreşimden tutun da her molekülün kendisine has bir bestesi vardır. Yani evrende bütün bu zerrecikler birer beste terennüm eder.
Selâhattin Zerkubî’nin köşe başında bir dükkanı vardı… Mevlâna bir gün 8, 10 talebesiyle o dükkanın önünden geçerken, o sırada da altın çekiçliyordu Selâhattin. Altın çekiçleme; eskiden kuyumculukta böyle silindirler, altın işleyecek fazla mekanizmalar yok, çekiçlerle bir örsün üzerinde ince ince, tık tık tık… vurularak bilezik haline getirilirdi. Kuyumculuğun ustalığı işte odur. Hassas bir şekilde, belli bir tazyikte vurulacak ki altın dağılmayacaktır. Böyle bir operasyon içerisindeydi Selâhattin Zerkııbi. Mevlâna’yı tanırdı ama onun âşıklarından, dervişlerinden değildi, özel bir yakınlığı yoktu.
İşte tam o sırada Mevlâna oradan geçerken, bu tin tin tin… ince ince.. o altının kendine has güzelliğinde, o çekicin darbelerindeki hassasiyette ve bu ritimde bir İlâhî cezbe buldu. Yani bir anda raks meydana geldi. Bu raks hâli dolayısıyla, dönmeye başladı dükkânın önünde.
Hz. Mevlâna’yı Konya’lılar çeşitli kademelerde çok iyi tanıdıkları için herkes toplandı Hz. Mevlâna’yı seyretmeye başladı. O anda da bileziğin kıvamı geldi, bir daha vurulur¬sa ezilir, çekicin bırakılması lâzım.. Fakat Selâhattin o rak¬sı bozmak istemedi vurmaya devam etti, bilezik parçalandı..
Yenisini aldı taktı, üçbuçuk saat semâ etti. Mevlâna Hazretlerinin nihayet ayakları yerden kesildi. Durdu.. Selâhattin çekici masanın üzerine bıraktı…
— Ey Konya halkı! Dükkânım helâldir, yağmadır, gelin boşaltın diye haykırdı Selahattin Zerkûbî: Halk şaşırdı… Koskoca saray kuyumcusunun dükkânındaki altınlar nasıl yağma edilir. Tekrar helâldir, benim için zevktir. Allah razı olsun benim malımı yağmalayanlardan.. dedi. (Haluk Nurbaki)
Mana anlamıyla gönül ruh perdelerin açılımıdır. İnsan, idrakin had safhasında baktığı her varlığın kendine has ahengini, duyduğu her maddenin sesinden hakka bir vuslatı yaşar ve o ahengin sahibine ulaşır.Ruh bu buluşmanın neşesinde,hayretinde yapabileceği tek şeyi yapar o’na varışın dönüşün bir nevi büyülü atmosferinde raksı başlar.
Yazar, Bayram Ali Çetinkaya bu hali şöyle yorumlamıştır:
Altın dövücülerin çıkardıkları ses, değirmenin çarkına dökülen suyun sesi.. Her daim vecd halinin kıyısında bulunmaktaydı, Allah”a en yakın olmanın O”nunla bir olmanın sınırındaydı. Bu hal ki, ona şunları söylettirmiştir:
“Birleşikti, benim ruhumla seninkisi başlangıçta, senin görünüşün ve sırrın, benim görünüşüm ve sırrımdı onlar. “Benimki ve seninki” demek boşunadır artık, Çünkü ne ben vardır, ne sen, benimle sen arasında” (Eva de Vitray Meyerovitch, İslâm”ın Güleryüzü, çev.: Cemal Aydın, 7. baskı, İstanbul 2003, s. 72.)
Aslında var olan her şey, zerreler ve atom da kendi içinde bir devir/devarân içerisindedir. Sürekli hareket ve çırpınış halini yaşarlar. Ancak bu, evren gibi, ahenkli ve ritmik bir dönüştür ve belirli mecrada hareket eder; kaos, karmaşa ve kargaşa, semâ mahalline uğramaz. O bizatihi, aşk âleminin iksiridir. Orada her şey bir intizam ve nizâm halini yaşar:
“Gel-gel ki sen, semâ”ın canının canına cansın; gel ki semâ bahçesinin yürüyen selvisisin sen.
Gel ki senin gibisi ne gelmiştir, ne gelir; gel ki semâ”ın gözleri, senin gibisini ne görmüştür, ne görür.
Gel ki güneş kaynağı bile gölgendedir senin; semâ göğünde binlerce Zühre”n var senin.
Semâ, açık, düzgün, yüzlerce dille sana şükretmededir; semâ”ın dilinden bir iki nükteceğiz söyleyeyim bâri.
Semâ”a girdin mi iki dünyadan da dışarı çıkarsın; semâ”ın şu âlemi, iki âlemden de dışarıdadır.
Yedinci göğün damı, yüce bir damdır amma, semâ merdiveni bu damı da aşar, geçer, bu damdan da yücedir.
O”ndan gayrı ne varsa ayağınızın altına alın, vurun ayağınızı, ezin; semâ, sizin malınız-mülkünüz, siz de semâ”ın malısınız, mülküsünüz.
Aşk, kollarını boynuma dolarsa ne yapabilirim ben? İşte böylece, semâ ederken kucaklarım onu, bağrıma basarım.
Zerrelerin kucakları güneş ışığıyla doldu mu hepsi de semâ”ın feryadı olmaksızın oyuna girer, oynamıya koyulur.
Gel ki Tebrizli Şems, şekle bürünmüş aşktır; semâ”ın ağzı aşktan açık kaldı gitti.”
(50 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, III, 225, b. 2095-2114. )
Âşık, Ma”şuk”un aşkıyla, nerede olursa olsun yerinde duramaz. İster ana rahminde, isterse mezarlakta olsun. Kabirdeki kemikleri de, kemikleri henüz oluşmamış cenini de karanlıkların en kesifinde harekete geçiren bu aşktır:
“İki gözünün karanlığında lütuf âbıhayâtın gizlenmiştir; o gözbebeğiyle gözleri denize çevirmiştir.
Senin lütfunu görmedikçe kimseler oynamaz; hattâ rahimdeki çocuklar bile lütfunla oynar.
Rahimden oynamak da nedir ki? Yoklukta oynamak da bir şey mi? Mezardaki kemikler bile nurunla raksa girer.
Dünya perdelerinde çok oynadık, dostlar, çabuk olun, davranın o dünyadaki raksa.
Canlar, şu koca, şu kaba kalıplarla oynuyor, şu ağır yükü bir attılar mı seyret oyunlarını o zaman.
Doğmadan önce de ayak vurup sıçramada, rahimlerin karanlıklarında candan şükretmek için oynayıp durmadaydık.
Hepimiz de oynıya-oynıya, şu besbedava nimetlere şükretmek için tekkeden gelmiş sûfîleriz.”
(46 Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, I, 226, b. 105-112.)
Hakikatte semâ, görünen ve görünmeyen âlemlerin arasında bir bağdır. O, her iki âlemin de neşesidir, heyecanıdır, gıdasıdır, güç ve kudretidir. Semâ danstan da öte bir şey, bir tür kulluktur, yakarıştır. Onda mûsikî, raks ve zikr mükemmel bir şekilde harmanlanmıştır.
(Bayram Ali Çetinkaya)
Hz.Mevlana’nın da Dîvân-ı Kebîr’ de dile getirdiği gibi daha anne rahminde başlıyor dönmemiz. Eğer düşünen akleden idrak eden olur isek Dünyayı sadece dünyaya bakan pencereden seyretmeyip onu yaratanla irtibatlı bir halde seyredersek tüm hallerin mutlak gerçeğine erişebiliriz.
Devam edecek
İsra Doğan
/2011/