Mürşidliğin ve Tarikatın ne olduğunu ve ne olmadığını hakikati ile bilmeden, denizin sadece yüzeyinde ki çerçöplere bakıp ( henüz terbiye olmamış kişilere ) derinliğinde ki hazinelere vakıf olmadan reddetmek kolaydır. Tarikatlara eskiden ilim sahibi olmayan bir kişinin mürid olarak alınmadığı gerçeğini bilmeyen, günümüzde istikamette tutmak, kendine ve etrafına şerriyle zarar vermesin, sohbetten istifade etsin diye bile kabul edilen müridlere, onların kusurlu ve ilimden uzak tavırlarına bakarak mürşidliği ve alim yetiştiren tarikatları eleştirmek olsa olsa
” İnsan bilmediğinin düşmanıdır ” sözüyle açıklanabilir.
Mürid bilir ki ; İlim olmayınca tarikattan da fayda gelmez.
Alim bilir ki ; İlmiyle amel etmezse bildiğinden fayda bulmaz, kendi bulmadığı gibi kimseye de faydası dokunamaz.
Cahil ise bilmez ki ; İlim ve edeble süslenmedikçe, gayret ve sadakatla, ihlasla Rabbine itaat edip, amel etmedikçe kimseden fayda bulamaz.
İlme, istikamete, kemalata da ulaştıran Allah’tır. (c.c ) Kulun iradesi ise çalışması ve gayretidir. Peygamberler de, veliler de, mürşidler de Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmekte, öğretmekte, terbiye yolunda vazifelendirilmiş kullarıdır.
Bir müslüman dilerse fetva ile yetinerek dinini yaşayabilir.
İsteyen de takva dairesinden ilerlerken tasavvuf eğitiminden geçerek kendisine kolaylaştırır.
Tarikata girmek islamın bir farzı değildir, fakat seyr-i süluk ile daha kısa sürede kemalata erişmeyi dileyenlerin, nasibi olanların tercihidir. Kuran ve sünnete aykırı düşmediği/ yaşamadığı bilinen bir mürşidin manevi terbiyesine giren salik, zikir ve ibadetlerinde ihlası kazanarak Rabbine kullukta rızaya ulaşmayı hedefler.
Tarikatların bir yönüyle hizmet anlamında Ashab-ı suffa’ya olan benzerliği vardır.
* Ashab-ı Suffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî’de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur’an tahsil ederler, Hz. Peygamber’in vaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve ashabın zenginlerini de onla ra yardım etmeye teşvik ederdi.
Gücü kuvveti yerinde olan Suffeliler, dağdan sırtlarında odun taşımak dahil olmak üzere ellerinden gelen işleri yapıyor, mümkün mertebe ihtiyaçlarını sağlamaya çalışıyorlardı. Yoksa Suffe, bir tembeller yuvası değildi. Son derece ihtiyaç ve zaruret içinde olsalar da, iffet ve vakarları onlara, başkalarından bir şey istemeye izin vermiyordu. Şu ayetin onlar hakkında indirildiği rivayet edilir. (Kurtubî, el-Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’an, III, 340)
“Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara; hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın; yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Sarfettiğiniz iyi bir Şeyi, Allah Şüphesiz bilir. ” (el-Bakara, 2/273)
Peygamberimiz Suffe ehlinin sadece maişetiyle değil, ibadet ve ilim hayatıyla da yakından ilgileniyordu. Şu hadise bunu göstermektedir: “Bir gün Resulullah (s.a.s.) evinden çıkarak mescide girdi. Mescidde iki halka ile karşılaştı. Bunlardan biri Kur’an okuyor ve Allah’a dua ediyor, diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunları görünce “İkisi de hayır işliyorlar.
Bunlar Kur’an okuyor ve Allah’a dua ediyorlar. Allah, dilerse verir, dilerse vermez. Ama şunlar, ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim” buyurdu ve ilimle meşgul olanların yanına oturdu.” (Dârimî, İbni Mâce)
Peygamber Efendimiz Suffe’de yetişen bu elemanları, bilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli hizmetlerde kullanıyordu. Meselâ;
Yeni müslüman olan kabilelere Kur’an ve diğer dînî bilgileri öğretmek, onları İslâmî yönden eğitmek için Ehli Suffe’den muallim ve mûrşidler görevlendiriyordu. Raci’ ve Bi’ri Maûne* vak’alarında kalleşçe şehit edilen yetmiş kurrâ, böyle bir göreve giderken müşrikler tarafından şehit edilmişti. İslâm’ı öğrenmek için kısa bir süre Medine’ye, Hz. Peygamber’in yanına gelenler; bir taraftan sevgili Peygamberimiz’le görüşürken, öbür taraftan, bilhassa Suffe ehlinden olan muallimlerden çeşitli İslâmî bilgileri öğreniyorlardı. Peygamberimiz, Suffe ehlinden olan Bilâl-i Habeşi ve Abdullah b. Ümmü Mektûm’u müezzinlikle görevlendirmişti. Konunun devamı:
SİE
Dünya’da en çok tanınan, ilmi eğitimini tamamladıktan sonra Hz. Şems-i Tebrizi ile (mürşid) tasavvufi eğitimine devam eden Hz. Mevlana (mürid), manevi terbiyenin ulaştırdığı noktaya güzel bir örnektir.
Taptuk’ta odun taşıyan Yunus Emre bir örnektir. Ve daha nice önemli zatlar bu terbiye ocağından geçerek bizlere örnek olmaktalar.
Şimdi; Yunus Emre’yi kabul edip Taptuk’ta hizmet ettiği tarikatı reddetmek, Hz. Mevlana’yı kabul edip Şems-i Tebrizi’ yi reddetmek ne kadar mümkünse ;
Kuran ve sünnetin ışığında manevi terbiye vermeye gayret eden tarikatları da bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, henüz bazı ham müridlerin anlamadan idrak etmeden sarf ettikleri sözlere ve yaptıkları nefsani hatalarına bakarak tarikatları reddetmekte o kadar mümkündür. Unutulmamalı ki her öğrenci başarı ile mezun olacak değildir. Her türlü eğitim öğretimde talebenin azmi, gayreti ve iradesi, idrak etme ve uygulama yetisi ile ya başarılı ya da başarısız olacaktır.
“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 53/39)
İsra Doğan