Hafif bir esinti başladı dışarıda. Elektrik kesilir mi acaba yine? Ne zaman hafif bir rüzgar esse elektrik gidiveriyor. Sanki bir anda duruveriyor şehir, homurtulu devasa bir makine gibi. Her şeyi o kadar abartılı şekilde ışıklandırdılar ki, ancak karanlıkta görebiliyor insan kendini…
Anne göz yakan sabunu saçlarına sürdüğünde çocuk ağlar, ama annesi onu öyle köpükler ve acılar içinde bırakmayacaktır. Annenin yaptığı, çocuğu ağlatan şey sevgiden ve güzel bir amaç içindir. Sabun sürülmüşse yeterince su da dökülecektir. Sabunla temizlenen mutlaka sabundan da temizlenecektir…
Uyuyan göllere ay ışığında
Sevginin resmini çizsem kim anlar?
Tomurcuk ayrılıp, gül açtığında
Yağmurun saçını çözsem kim anlar?
*
Bir mekân kaplamış ne varsa nerde
Kendi ötesini saklar her perde
Sonsuzluğun sona erdiği yerde
Huduttan bir kulaç kazsam kim anlar?
*
Aşk, kömür beyazı; kin, süt karası
Eklenir yarama her dost yarası
Et oldum bıçakla kemik arası
Cellatla ahdimi bozsam kim anlar?
*
Doğumda yalan var, ölümde gerçek
Bir şeyler anlatır balık, kuş, çiçek
Kırık gönülleri toplayıp tek tek
Toplayıp göğsüme dizsem kim anlar?
*
Gün geldi zamanı gömdüm kabire
Dağ oldu aklımın verdiği fire
Bağlasam telaşı çelik zincire
Sabrın derisini yüzsem kim anlar?
*
İçte deprem olur dışın düğümü
İhlâssız çözülmez işin düğümü
Aklımdan geçeni, düşündüğümü
Okusam kim dinler, yazsam kim anlar?
Şiir : Abdurrahim Karakoç
Ruhen daraldığımda, konuşacak kimse bulamadığımda, kafamda sorular cirit attığında ya rastgele bir sayfa açıp meal okur ve Rabbimin anlattıklarında ferahlamayı, cevap bulmayı umarım ya da mutasavvıfların eserlerinde nefsimin kıskacından kurtulmanın yolunu, yani bir nasihat ararım. Yardım sadece cismani yapılmaz ki. Zaman olur bir hatıraya sığınırız ve mutlu bir anı o anki ruhsal dağınıklığımızı toparlar. Veya bir kitaba sokuluruz hemen, bir cümle bir çıkış kapısı olur hemen. Ya da sevdiğimiz biriyle sohbet, muhabbet moral olur. Bazen de kalbimizi dinlemek şifa olur.. Şu anda sıkıntımı dağıtmak için Hz. Abdulkadir Geylani’nin Fethu’r Rabbani eserinden rastgele bir sayfa açtım. Medet mi arıyorum, evet. Niye olmasın ki ? Mutasavvıf ehillerinin düşmanları çoktur. Onlar ölülerden medet ummamayı dillerine dolamıştır. Yardım istenemezmiş, zaten edemezlermiş..Kimse elbette kabirlerinden çıkıp yardım etsinler diye beklemiyor. Onların ilmi boyutuna erişemeyenlerin karalama çabaları olarak görüyorum ben.
Biliyoruz ve aksini savunmuyoruz; “Kalpler ancak Allah’ı c.c anmakla huzur bulur. ” Allah c.c Kuran-ı Kerimde kendisini tanıtmıştır, okunacak dualara kadar anlatmıştır. Eksik bırakılmış hiçbir nokta da yoktur. Mutasavvıflar, muhaddisler bizlere islam dinini tanıtmak ( tebliğ ) ve anlamamızı sağlamaktan başka birşey yapmıyorlar ki. Neticede hidayet Allah’tandır. Bazı kişiler kendi ilmi yetersizliklerini örtmek v.s için Mutasavvıf ehlinde kusur üstüne kusur arayıp dururlar. Medet ummayı bu nedenle şirk addederler. Oysa onlar da bilir kimsenin kimseyi Allah’ın (cc ) yerine koymadığını. Onlar yine bilir ki, bir rehber, öğretmen gibi görüldüklerini. Birinin ilmine haset etmek kötüdür. Karalamaksa daha fena.
Yarın benim için önemli bir gün. Biyopsi olacağım ve huzursuzum. Sürekli hastaneye gidip gelmenin yanında ağrı çekecek olmam da bir sebeptir belki fakat bir yanımda hep tevekkül etmeye davet ediyor beni. İki duygu arasında gidip gelirken cevabımı, nasihatimi Abdulkadir Geylani hazretlerinin sohbetinde aldım. Demek ki bedeni ölüm irşadımıza engel değilmiş. Demek ki hâlâ bizi irşad etmeye devam ediyorlarmış. Rehberlikleri kıyamet kopana kadar devam edecektir inşaAllah. Rabbim cümlemizi Hak kapısında mekan tutabilenlerden eylesin. Her hal ve durumda sabredenlerden bulsun. Kederimiz sadece rızaya erişememe korkusu olsun. Rabbim, nimete eriştiğimizde, darlıkta, sağlıkta ve hastalık zamanında faniliğimizi, kulluğumuzu unutturmasın. İhlasımızı artırmayı, hakiki muhabbeti nasib etsin. Amin.
Bu konuşma Cuma sabahı medresede yapıldı. Konuşma tarihi: Hicrî 12 Şevval 545, Milâdî 1150.
Ey şu beldenin halkı, sizde nifak çoğaldı, ihlâs azaldı. Sözler çok; fakat onlara uygun iş yok. İşi olmayan söz, hiç bir şeye yaramaz. Sahibine felâket getirir, kurtuluş getirmez. Önüne iş gelmeyen söz, kapısız eve benzer, merdivensiz binadır. İçinden iyilik geçmeyen hazineye benzer. Yalnız söz, kuru davadan ibarettir. Boş söz, ruhsuz kalıba benzer, o bir put gibidir. Ayağı yoktur, eli yoktur, bir şey tutamaz. Yaptıklarının çoğu ruhsuzdur. İşlerin ruhu ihlâs, tevhid ve Allah’ın Kitabı’na yapışmaktır. Peygamber’in (s.a.v) âdetlerine uymaktır. Gafil olmayınız. Şu anda yaptığınız kötülükleri iyiliğe çeviriniz, isabet olur. Emirlere uyunuz. Yasakları bırakınız; kader karşısında uysallık gösteriniz.
Halktan çok azı Mevlâ şarabını içer. Ülfet ve müşahede âlemine pek azı geçebilir. O’na yakın olan az bulunur. Mevlâ’nın yakınlığına eren, kader ve belâ üzüntülerini bilmez, günleri darlıkla geçer; ama farkında değildir. Allah’a hamd eder, şükreder.
Vasfı anlatıldığı gibi olan büyükler, Mevlâ’ya itiraz etmediler. Hâllerine şükrettiler, ereceklerine bunun için erdiler. Bu hâle erene her şey lâyık.
Size gelen belâ Allah yolcularına da gelir. Onların bir kısmı sabreder. Diğer kısmı sabrı da bırakır. Kendinden geçer. Belâdan darlanmak iman zayıflığındandır. O anda iman çocuktur. Belâ zamanı sabretmek, imanın gençlik çağıdır. Belâ geldiği zaman, kaderin bir icabı bilip uymak imanın yetişkin çağıdır. Belânın getirdiği bütün hâllere razı olmak, Hak ilmine ermekten, O’na yakınlıktan ileri gelir. Kalp ve sır Hakk’a yakın olduğu zaman belânın hiç bir şeyi dokunmaz. Bu durum, müşahede ve hâl dili ile konuşma âlemidir. İman sahibi iç âlemini dış varlığına ve yaratılmış bütün varını Hakk’a iletir. Mevlâ katında bütün varlığını eritir. Mevlâ dilerse onu tekrar halka gönderir. Dağınık işlerini bir araya getirir. Kıyamet günü halkın cesedini dirilttiği gibi onun dağınık hâllerini de toparlar.
Kıyamet günü insanların bütün azaları tümü ile dağılır. Sonra İsrafil’e emrolunur; sûra üfler, her şey yerli yerine gelir. Bu, halka göredir. Allah yolcuları, halktan ayrı bir hâl taşırlar. Hak’tan gelen bir nazarda ölür, bir nazarda dirilirler.
Sevginin şartı, sevilene karşı irade sahibi olmamaktır ve onu değil, dünyayı, âhireti ve halka dair cümle şeyi bırakmaktır. Allah sevgisi kolay değildir. O iddia ile olmaz. Sizden herhangi biri bu hususta iddia sahibi olursa, sevgiden uzaktır. Birçok iddia sahibi olmayanlar vardır ki, Hak katında mekân tutmuştur.
İsra Doğan
Din yenilenmez, o zaten tamamlanmıştır. İnsan yenilenmeli. Cahiliyetten medeniyete. Küfürden hidayete. Kötülükten iyiliğe, kirden temizliğe doğru. O zaman hayat gayesine kavuşmuş olur. Değer verir, değerini bulur.
İsra
Rabbim
Korkma duygusunu yaratan da sensin, emin olma halini de. Bizi vesvese kaynaklı korkulardan arındır. Rahmetine, mağfiretine iman eden emin kullarından eyle. Acziyet içinde işlediğimiz hatalarımızı, kazandığımız günahları affeyle. Aziz olan sensin, kendimizi zillete düşürense biziz. İzzet ve şerefimizi artır ya Rabbim. Hem Dünya’da hem Ahirette.
Rabbim
Evvel olan sensin, Ahir olan sensin. Başlangıcı ve sonu olmayan, doğmamış ve doğurulmamış olan sensin. Sınırsız kudret ve sınırsız merhametin de sahibisin. Lütuf ve kereminle bize merhamet eyle, mağfiret nasib et.
Amin
Bu aralar derdim kitap okuyamamak. Birini alıp diğerini bırakıyorum. Hiçbiri ruhuma yol bulamıyor. Ne zaman hangi nedenle barikat örüldü ve nasıl aşabilirim bilmiyorum. Konsantrasyon bozukluğu mu yoksa şu dönem benim için malayani bir meşguliyet sayılacağı için mi ruhum itirazda bilmiyorum. Okuyamadığım için yazamıyorum da. Geçen gün uyku öncesinde bir kelimeyle başlayan cümle taarruzları yaşadım. Konu açıldıkça açıldı. Uyku bastırdıkça bastırdı. Telefonuma zar zor başlangıç kelimesini yazdım ve yarın sabah dedim, yarın ilgileneceğim seninle. İhmal ettim. Oluyor sık sık böyle. Yazarlar, şairler akıllarına gelen veya ilham edilen cümleleri , dizeleri unutmamak için ya kayıt cihazı bulunduruyorlar yanlarında ya da not defteri. Yazdın yazdın, yoksa geçmiş olsun. O gecenin sabahı ilgilenmediğim için konu yazıya dökülemedi. Geriye elimde bir cümle ile kalakaldım. İşin üzücü tarafı birdaha hatırlamak nasib olur mu olmaz mı bilmiyorum. Tecrübeme dayanarak hatırlayamayacağımı sanıyorum. Kelime şu;
” Yaşam orucu “
Ramazan orucu, nafile orucu biliyordum, fakat bu yaşam orucu kelimesini daha önce hiç duymamıştım. Bana uyku öncesi ne anlatılmak istendi bilmiyorum.
Nasıl tutulur, yasakları, kuralları nelerdir, imsak ve sahur vakti var mıdır yok mudur hiçbir fikrim yok.
Tamamen varsayım üzeri , spontane yazıyorum şimdi. Şu ana kadar üzerinde düşünmedim hiç. Not olarak duruyordu telefonumda. Şimdiye kadar hiç böyle durumlarda not almamıştım. İlginç !
Yaşam orucu;
Yoksunluklarla dolu bir hayatın öz ifadesi mi
Nefs mücadelesi mi
Niyeti nasıl yapılır acaba?
Mesela,
” Rabbim niyet ettim senin rızan için yaşam orucu tutmaya ” Olabilir mi? Yoksa, zaten bu orucu tutmak için mi yaratılmıştık ?
Neden olmasın.
Oruçluyken bizden sabırlı olmak, kurallara itaat etmek, cömert davranıp soframızı fakirlerle paylaşmak, gıybetten kötü – incitici sözlerden uzak durmak, kısaca güzel davranışlar sergilemek ve bolca infak etmek istenmiyor mu ? İbadete yoğunlaşıldığı bir dönem değil mi ?
Acaba her an oruçluymuş gibi yaşamanın tarifi mi bu kelime. Olabilir. Mümkün gibi geldi bana şimdi.
Yaşam orucu nedir, neden dilime dolandı şimdilik bilmiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim çok çok derinlere kulaç attıracak bir kelime.
Eğer bu kulaçları atabilirsek yazmayı çok isterim, çünkü çok sevdim bu kelimeyi.
Ya nasib
İsra Doğan
Yeni kuşak nesline göre mektuplaşmayı yaşayabilmiş bir kuşağız. Gençlerin ” eskidendi o ” diye kimi zaman alaya aldıkları kuşak yani. Şu an onlara özçekim yapmak nasıl haz veriyorsa, iletişim için telefon nasıl önemliyse bizim kuşak içinde mektup yazmak ve cevap almak önemliydi. Özenle koku sürülen, renkli renkli zarflarla duyguların daha da belirginleştirilmeye çalışıldığı mektuplar. Mesaj kutusu dolduğunda silinip giden duyguların yanında güzel süslü kutularda saklanan mektuplar daha değerli. Değerli olmasaydı saklanmazdı veya eski kuşak olarak güzel olanı bizimle tutmayı, atmamayı, saklamayı seviyormuşuz.
Bugün lazım olan bir reçete için önemli evraklarımı birarada tutma maksadıyla kullandığım çantamı açtım. Dönem dönem süresi dolan dekontlar, işlevi kalmayan fatura v.s ‘leri ayıklar atarım. Nadir kullandığım için unuturum da bazen içindekileri. Sadece duygusal yönüyle sakladıklarımdan bazıları ;
Çocuklarımın gebelik dönemimdeki kontrol evrakları
Aşı karneleri
Ders aldıkları jimnastik kimlikleri
Kan grubu tahlilleri
Doğum belgeleri
Beslenme programları
Bazı resimleri
Ve bana yazılmış mektuplar.
Mektupların dışında kalanları çocuklarıma geçmişlerine, bebeklik dönemlerine ait hatıra niteliği taşıması ve evlenip yuvadan uçarken teslim edilmek üzere saklamıştım. Birine emanetleri teslim ettim, diğerinin ki beklemede.
Mektuplarsa benimdi. Bana emanet edilmiş duygulardı.
Ergenlik dönemi gençlerle çatışma az veya çok boyutlu olsun mutlaka yaşanıyor. Sanırım böyle bir çatışma ertesi kızımın kaleme aldığı mektupta hem davranışlarının özeleştirisini yaptığı hem de sevgisini ifade eden cümlelerle dolu.
İyi ki yazmış, iyi ki saklamışım.
Kargacık burgacık yazılmış iki mektup daha var. Henüz ilkokul 1.-2. sınıf öğrenci mektubu.Henüz o yaştaki çocukların ziyaret amaçlı hastaneye alınmadığı, yasak olduğu dönemde geçirdiğim bir ameliyat sonrası geçmiş olsun dileklerini yazdıkları mektuplar.
İyi ki yazmışlar, iyi ki saklamışım.
Yine moralsiz bir dönemimde bana teselli amaçlı yazılmış, tefekkür etmemi, problemle nasıl mücadele edebileceğimi kendi bilgisi ölçüsünde yönümü bulmama teşvik edenler satırlar.
İyi ki derdimle ilgilenmiş ve kaleme almış, iyi ki saklamışım.
Özel bir kutuda ayrıca sakladığım söz ve nişan dönemime ait mektuplar da hâlâ duruyor. Şimdiki neslin böyle birikmişlikleri olmayınca ilgi duyup, okumak istiyorlar. Edebiyat kitaplarında mektup türlerine ilgi azımsanmayacak kadar çoktur. Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplar, Werther’ in Acıları, Namık Kemal,Cahit Sıtkı Tarancı’ dan Ziya’ya Mektuplar birkaç örnektir. Bu örneklere bakınca gençlerin deyimi ile ” çok eskide ” kalan kişilerdir. Günümüzde Mektup türü üzerine edebi eser üreten gençlerimiz var mı bilmiyorum. Kitapçıları , yayınevlerini çokça dolaşmama rağmen raslayamadım. Bu durum elbette üzüyor çünkü mektuplar kurgu olmadığı için geçmiş yaşam tarzları, tarihsel gelişim, maddi manevi boyuttaki her türlü mücadele örneklerinin en doğru şekilde aktarımıdır.
Şimdiki nesil mektup yazmadıkları için bu yönden çok sanşsız. Onlar kendi zamanlarında sevgiyi de, kültürü de tüketmeyi öğreniyorlarken, biz biriktirmeyi ve saklayarak korumayı öğrenmiştik. İyisi ile kötüsü ile yaşadıklarımız, hissettiklerimiz satırlarda, satırlar elimizde ve bizden sonraya kalacaklar. Kısaca, yaşadık bitti olmuyor. Özellikle duygusal içerikli mektupları dönüp dönüp okudukça yazılmış zamanlara geri dönüyor, masumiyet dönemimizden bir nefes alıp güçlenerek çıkıyoruz.
Bugün çıktığım gibi.
İyi ki yazmışsınız, iyi ki saklamışım. Teşekkür ederim hepinize.
İsra Doğan
İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn ( Yasin-82 )
Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı «Ol» demekten ibarettir. Hemen oluverir.
İmkansız diye birşey yoktur. Hakkımızda hayırlı olan ve hayırlı olmayan vardır. Daima hayırlı olanı isteyelim. Gerisi takdirdir. Olanda ve olmayanda hayır olduğuna iman edelim. Kul Rabbine hüsn-ü zanda bulunsun ki, kalbi ve ruhi İtmi’nâna erişsin. Rabbinizden ve onun yaratmasından şüphe etmeyin.
İtmi’nân nedir ?
“Onlar inanmışlar, kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla itmînâna erer. (Ra’d, 28). “Ey itmînana, huzur ve sükuna ermiş nefs, dön Rabbına, sen O’ndan, O da senden razı olarak!” (Fecr,27)
“Doğruluk bir itminan ve huzur halidir. Yalan ve yalancılık ise bir şüphe ve sıkıntı halidir. (Tirmizî, Kıyame, 60; İbn Hanbel, I 200).
Mutasavvıflar genel olarak “İtmînân” kavramını üç derecede incelerler: Avamın, havassın ve ahassu’l-havassın itminanı.
1. Avam, zikir sayesinde sükunete erer, ve itminan duyarak bu duygudan hazz alırlar. Bela ve afetlerin defi, rızkın bollaşması şeklinde dualarının Hakk nezdinde kabul görmesi, onları rahatlatır. Nitekim Kur’an’da geçen “nefs-i mutmeinne” Allah’tan başka belayı defedecek, rızka mani olacak kimsenin bulunmadığına inanan nefsin sıfatıdır.
2. Havass’ın itminanı, kalplerinin kazaya rıza, belaya sabır, ihlas, takva ve sükûnete ermek suretiyle yatışması, “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 153) ayetiyle nefislerin huzura ermesidir. Bu tür itmînân taata ibadete bağlıdır. Taat ve ibadetlerde meydana gelebilecek bir kusur, onu azaltır.
3. Ahassu’l-havass’ın itminanı;
Bunların itminanı itminandan doymamaktır. Allah’a olan saygı ve tazimleri sebebiyle sükunet ve itminan üzre kalmak yerine bunlar, vuslata ermeyi ve Hakk’ın vücûd denizine dalmayı tercih ederler. Artık bunların her şeyleri Hakk ile olduğundan itminan konusunda da sıkıntıları kalmamıştır.
Şekûr: Az amele, çok ücret veren; az ibadete, sonsuz ihsanlarda bulunan ve azıcık itaate, hadsiz mükâfatlar veren manasına gelmektedir. Bu isim, Rabbimizin cömertliğini ifade eden bir isimdir.
Şekûr ism-i şerifi, شَكَرَ fiilinden türemiş mübalaga-i ismi faildir. Mübalaga-i ismi failler, bir varlıkta bir özelliğin çok fazla bulunduğunu ve bir kimsenin bir şeyi çok fazla yaptığını gösteren isimlerdir. شَكَرَ fiilinin ism-i faili ise “Şâkir” şeklindedir. Şâkir de Şekûr gibi Allah-u Teâlâ’nın bir ismidir. Bu iki isim arasındaki mana farkı şudur: Şâkir denildiğinde, bire on, belki bire yüz karşılık veren manası anlaşılır. Şekûr dendiğinde ise, bire yedi yüz, bire yüz bin, bire bir milyon ve az amele sınırsız mükâfat veren manası anlaşılır.
Ayrıca şu noktaya da dikkat çekiyoruz ki: Hem Şâkir ismi hem de Şekûr ismi insanlar için de kullanılır. Bu ism-i şerifler insana atfedilse, mesela, “Ahmed şâkirdir.” denilse; bundan, Ahmet’in şükreden bir kul olduğu anlaşılır. Eğer “Ahmed şekûrdur.” denilse; bundan da Ahmet’in çok fazla şükreden bir kul olduğu anlaşılır.
Kula atfedildiğinde, “şükreden ve çok fazla şükreden” manasına gelen bu isimler, Cenab-ı Hakk’a atfedildiğinde, “az ibadete çok karşılık veren, az amele sonsuz ihsanlarda bulunan” manasına gelmektedir.
Evet, Cenab-ı Hak Şekûr’dur. Azıcık amele, ebedi Cennet’i ihsan eder. Ufacık bir itaate, yüksek dereceleri ikram eder. Halisane bir tövbeyle kulun bütün günahlarını affeder. Hatta affetmekle de kalmayıp günahlarını sevaba çevirir. Bazen olur ki, kulun ihlâsla sadaka olarak verdiği bir hurma tanesine bedel, kuluna Cennetü-l Firdevsi hediye eder.
Cenab-ı Hakk’ın ne kadar Şekûr olduğunu belki şu kıyasla bir parça anlayabiliriz:
Şimdi sizden şu sorumuzun cevabını bulmanızı istiyoruz: Acaba Cenab-ı Hakk’a karşı yaptığımız ibadetin ve bu ibadetteki zahmetin, ehli ticaret yanındaki dünyevi karşılığı nedir? Yani şunu hesaplamaya çalışsak: Allah’a karşı, bir günde ya da bir ömürde ne kadar ibadet ediyoruz? Ve bu ibadetin yükü ve zahmeti nedir? Biz bu emeği eğer dünyada satmaya kalksak, yaptığımız işe bedel ehli dünya ne kadar ücret verir?
Mesela: Sadece namaz kılan bir kişiyi ele alsak… Bir günlük namaz kulun yaklaşık bir saatini alır. Bedene de çok hafif bir ibadettir. Şimdi günde bir saatten, bir ömürde kıldığınız namazları toplayın ve bedene olan yükünü hesaplayın. Ve sonra ortaya çıkan bu emeği avucunuza alın ve bu emeği satmak için dünya çarşısına girin ve oradaki ticaret erbabına deyin ki: “Benim bu emeğime karşılık ne kadar ücret verirsiniz?”
Herhalde alabileceğiniz ücret, alay yoluyla bir tebessümden başka bir şey değildir. Yani ticaret erbabı, emeğinizi bir ücrete layık görmez. Ve derler ki: “Bu mu emeğim dediğin şey! Bu emekle ve gayretle sen ancak bizden bir tebessüm alırsın. Eğer biraz daha cömert davranacak olursak, belki bizden bir de çay içersin. Bak, senin emeğim dediğin şeyin 10 katını harcayanlar burada ancak karınlarını doyuruyorlar. Sen bu emeğinle burada işe bile giremezsin, nerede kaldı maaş almak…
Evet, hakikat budur. Namaz gibi bütün ibadetlerimizi ve Allah’a karşı yaptığımız bütün kulluğumuzu toplasak, verdiğimiz emeğin karşılığı ile dünya işlerinde bize, sadece dört duvarı olan bir ev bile vermezler.
Lakin Cenab-ı Hak Şekûr’dur. O, az ibadete çok mükâfat verendir. Dünya ölçüleriyle hiç kıymetinde olan amellerimize, Cennet’i ve ebedi saadeti verir. Bu, onun cömertliğidir ve fazlıdır. Yoksa kulun hak ettiği bir karşılık değildir.
Hani bazen bir hadis-i şerif okursunuz: Şu ameli yapana bu kadar mükâfat verilir. Şu duayı okuyana şöyle şöyle sevap yazılır…
Bu hadisleri okuyunca şaşırır ve “Yoksa bu hadis uydurma mı?” dersiniz. Size böyle dedirten şey, o az amele takılan mükâfatın büyüklüğüdür. Yani dersiniz ki: “Bu kadar az bir işe, bu kadar büyük ücret olur mu hiç? Şu kısacık duayı bir kere okuyacağım, ya da şu kısa zikri 10 defa söyleyeceğim, karşılığında Cennet’te bu kadar büyük mükâfat verilecek? Yok canım, bu kadar da olamaz…”
İşte bu sözler, Cenab-ı Hakk’ın Şekûr isminden gafletimiz sebebiyledir. Eğer Şekûr isminin manasını ve Rabbimizin cömertliğinin nihayetsizliğini bilseydik, hadis-i şeriflerde bildirilen sevapları hiç garipsemez ve bu sevapları okuduğumuzda: “Ya Rab, sen Şekûr’sun ve cömertlerin en cömertisin. Böyle küçücük amellere nihayetsiz ihsanlarda bulunuyor ve ikramlarınla kullarına iyilikler yapıyorsun.” der ve Allah’a karşı olan sevgimizin artmasına bir yol bulurduk.
Şekûr ism-i şerifinden insanın hissesi şudur: İlkönce insan, ibadetlerine karşı kendine verilecek olan mükâfatları Allah’ın Şekûr isminin bir tecellisi bilmeli ve bu sayede övünme ve kibirden kurtularak tevazu sahibi olmalıdır.
Ayrıca kul, Allah’ın bu ismi ile ahlâklanıp, kendisine iyilik yapanlara karşı cömertçe muamele etmeli ve az iyiliğe, gücü nispetinde çok karşılık vermelidir.
Cenab-ı Hak cümlemize Şekûr ism-i şerifi ile muamele etsin ve bizleri bu ismin tecellisine mazhar eylesin. Âmin
Allah Kuddüs’tür. Bütün kusur ve noksanlıklardan uzaktır. Âcizlikten, fakirlikten, zaaftan ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu ismin diğer bir manası ise bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyendir.
Evet, güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir, ihsan cömertlikten ve servet zenginlikten gelir.
Bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine, kusursuzluğuyla O’nun sonsuz ilmine, icadı ve intizamlı hareketleriyle O’nun eşsiz kudretine, hazineleriyle nihayetsiz servetine, ihsanlarıyla O’nun sınırsız cömertliğine işaret eder. Yani sözün özü: Kâinat bütün güzelliğiyle ve mükemmelliğiyle O’nun kemaline ve Kuddüs ismine bir aynadır.
Şimdi de Kuddüs isminin diğer bir cilvesi olan, “Yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyen” manasına bakacağız!
Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve sizler süpürgeyi tutan eli görmeseniz. Acaba bütün dünya toplansa, bu sokağı bizzat süpürgenin kendisinin temizlediğini iddia etse, inanır mısınız? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya gülersiniz. Çünkü:
• Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazım. Hayatı olmayan süpüremez. Hâlbuki süpürgenin hayatı yok.
• Hem süpürenin kuvveti olmalı. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yok.
• Hem süpürenin iradesi olmalı. Temizlemeyi temizlememeye tercih etmeli. Hâlbuki süpürgenin iradesi de yok.
• Ve bu sıfatlarla birlikte ilmi olmalı, süpürmeyi bilmeli.
• Merhameti olmalı. Sokak sakinlerine acımalı.
• Hikmeti olmalı, faydayı anlayabilmeli. Ve daha birçok sıfatı olmalı.
Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yok. İşte bundan dolayı, süpürgeyi tutan eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli görmememiz yokluğuna delalet etmez, bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına delalet eder.
Acaba küçücük bir sokağı temizlemek bile süpürgeye isnat edilemezse, bu koca kâinatı ve kâinatın sokaklarından biri olan Dünya’yı temizlemek, nasıl olur da süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir.
Evet, bu kâinat ve bu Dünya, daima işler büyük bir fabrika ve her vakit dolar-boşalır bir han ve bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler enkazlarla ve süprüntülerle çok kirleniyor. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve dünya misafirhanesi o derece pak, temiz ve kirsizdir ki lüzumsuz bir şey, menfaatsiz bir madde, tesadüfî bir kir bulunmaz. Bulunsa da çabuk bir şekilde temizlenir. Demek, bu fabrikaya bakan zat çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve bu büyük sarayı, küçük bir oda gibi süpürtür, temizler.
Bir insan bir ay yıkanmazsa, küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu âlem sarayındaki paklık ve temizlik, hikmetli ve dikkatli bir temizlikten ileri geliyor. Eğer o daimî temizlik ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri yeryüzünde boğulacaklardı. Ve uzaydaki yıldızların enkazları ölüme sebebiyet verecek, dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı…
Hâlbuki bu âlem Kuddûs isminin tecellisiyle yıkanmış ve temizliğiyle O’nun Kuddüs ismine ayna olmuştur.
İşte denizler! Her gün binlerce balık ölür, ama hiçbir cenaze göremezsiniz.
İşte ormanlar! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve binlercesi ölür, ama kirlilik eseri yok.
Ve mahlukların kendilerini nasıl temizlediklerine bak! Kuddüs isminin bir cilvesini gör!
Ve şimdi de Kuddüs isminin askerleri ve memurları olan hayvanata bak! Kim onlara temizlik yapmayı öğretti? Ve kimin emriyle çalışıyorlar?
Acaba yaratılış gayemiz ve vazifemiz Allah’ı tanımak ve O’nu isim ve sıfatlarıyla bilmek olmasına rağmen, hiç bulutlardan indirilen yağmur damlalarıyla yeryüzünün yıkandığını gördüğümüzde Allah’ı Kuddus ismiyle yâd ettik mi?
Yağmurların yağması Kuddüs isminin bir cilvesi olduğu gibi, rüzgârların esmesi de bu ismin bir tecellisidir. Bu sayede havadaki pis kokular ve zemin yüzü temizlenir.
Ve göz kapakları gözleri temizlemekle bu isme aynadır. Ve biz her nefes alıp vermekte kanımızın temizlenmesiyle Kuddüs isminin cilvesine her an mazhar oluruz.
Ve bu ismin tecellisi sayesinde simsiyah topraktan ve kupkuru dallardan çıkartılan tertemiz sebze, meyve ve çiçeklere bak! Ve sonra, Ya Kuddüs! Ya Kuddüs! Ya Kuddüs! diyerek yaratanını tesbih et!
Pazartesi gününden beri oldukça üzüntülüydüm. Kontrole gittiğimde aynı dönem tedavi gördüğüm üç hastanın vefat haberini aldım. Rabbim rahmet eylesin, mekanları cennet olsun.
Günlerdir üzüntülü halim devam ederken bugün mutfak zeminime yansıyan gökkuşağı ile sevinç ve mutluluğu, hayreti yaşattı Rabbim.
Rabbimiz neyi sevdiğimizi, sevmediğimizi, hislerimizi kısaca her halimizi bilendir. Benim çok sevdiğim bir görüntü ile gönlümü öyle hoşnut ettiki, şükrettim. Hediye almak, unutulmamak, hiserlerimin farkında olduğunu bildirmek gibi…Bugün hissettiklerimin tarifi mümkün değil.
Ya Rabbim sevinçlerimizde, üzüntülerimizde, iyi ve kötü her anımızda seni hatırlamayı , unutmamayı, senden umudumuzu kesmemeyi bizlere nasib et.
İsra Doğan
Sevgili
Kara bulutları aydınlatan, güneşi doğuran da sen değil misin ?
Bekliyorum, ümidim hâlâ var.
Belki biraz uykulu şimdilik
Belki biraz da yorgun
Fakat hâlâ canlı, ölmedi.
Karların içinden, kayaların bağrından çiçekler veren sevgili
Bugünün yarını mutlaka var, sen var ettikçe
Hüznün de sevinci var, sen yaşattıkça
Biliyorum…
İsra Doğan
ÇİLE
Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…
Pencereye koştum: Kızıl kıyâmet!
Dediklerin çıktı ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mâvi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı.
Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna “yok”un,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.
Bir bardak su gibi çalkandı dünyâ;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikât, al sana rûyâ!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çâre diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünyâ etti hediye.
Bu nasıl bir dünyâ, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamânı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Nesin sen, hakîkat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
Niçin küçülüyor eşyâ uzakta?
Gözsüz görüyorum rûyâda, nasıl?
Zamânın raksı ne, bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem asıl?
Bir fikir ki, sıcak yarada kezzab,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selâm, selâm sana haşmetli azâb;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.
Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci kat gök, esrârını aç!
Annemin duâsı, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!
Uyku kaatillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Tesellî pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.
Bu mu, rûyâlarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle…
Akrep, nokta nokta rûhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.
Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesâfelerden!
Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun, dolaşık.
Her gece rûyâmı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.
Büyücü, büyücü, ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.
Lûgat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvablarım, tutun elimden;
Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?
Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mîmârının seçtiği arsa;
Hayattan muhâcir; eşyâdan öksüz?
Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!
Ne yalanlarda var, ne hakîkatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabîatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmiş zamânın, hem geleceğin.
Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde Mâverâ Dede.
Yandı sırça saray, İlâhî Yapı,
Binbir âvizeyle uçsuz maddede.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nûr, çevre çevre nûr.
İçiçe mîmârî, içiçe benlik;
Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhûr!
Nizâm köpürüyor, med vakti deniz;
Nizâm köpürüyor, tâ çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
Kaçır beni âheng, al beni birlik!
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şâirlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta!
Öteler, öteler, gayemin malı;
Mesâfe ekinim, zaman mâdenim.
Gökte saman-yolu benim olmalı!
Dipsizlik gölünde, inciler benim.
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuz’a varmak…
Şiir : Necip Fazıl KISAKÜREK
Seslendiren : Erol EREN
Hz. Davud a.s ‘dan bahsedince duasını da paylaşayım dedim. Allah c.c razı olsun ihyaca kardeşim.
Anlamı: Allah’ım! Senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl.
Kaynak:Gönül İncileri
Rasulullah(s.a.v) şöyle buyurdu:“Özlü ve şümullü duaları yapmaya çalış. De
ki
“Allah’ım, hemen verileniyle, sonra verileniyle, benim bildiğim ve
bilemediğim bütün hayırları senden diliyorum. Şimdi olanıyla,
ilerde verileniyle, benim bildiğim ve bilemediğim bütün şerlerden
sana sığınıyorum. Cenneti ve ona yaklaştıracak her türlü sözü ve
davranışı senden diliyorum. Cehennemden ve ona yaklaştıracak her
türlü söz ve davranıştan sana sığınıyorum. Hz. Muhammed’in
istediği her şeyi ben de senden diliyorum. Hz. Muhammed’in sana
sığındığı herşeyden ben de sana sığınıyorum. Benim için her neyi
takdir ettiysen sonunu hayırlı eyle.”499
499 İbni Mâce, Dua: 4; Suyuti, Camiu’s- Sağir 4:335, (5506).
Ağır kemoterapiyi kaldıramayacak yaşlı hastalarda ayda 21 günlük uygulanan aşı tarzı yani koldan cilt altına yapılan tedavi seçeneği var. Bana bu dozun da altında olan ayda 10 günlük kür seçeneğine karar vererek taburcu etmişlerdi. Bu ay son kürümü oldum. Artık lösemi ile ilgili hiç bir tedavi almıyorum. İyileştiğim anlamına gelmeyen fakat tahlillerimde stabil görünen bu süreç ne kadar devam eder Allah c.c bilir. Her ay tekrarlanacak olan kan testlerimde bozukluk olmadığı sürece takip altında seyri incelenecek. Son durumu özetledikten sonra biraz da bu süreçte tabiri caiz ise giderayak üzerinde düşündüğüm konuları paylaşmak istedim.
Bizi seven ve değer veren her insan sıkıntı ve çıkmaza düştüğümüzde, ruhen aşağı çekildiğimizde nasihat eder. Daha çok içe atmama gereği, yüzleşme, dert edinmeme üzerine tavsiyelerdir.
Doğrular sıralanır, ruh sağlığımızı korumak adına alınması gereken tedbirler, izlenmesi gereken yol yöntemler söylenir veya okuruz. Yine de huy ve mizacımız gereği edinilmiş alışkanlıklarımızı değiştirmekte ya zorlanırız veya iflah olmayız. Hassas, ince düşünen , naif birinin kısa sürede vurdumduymaz ve mukavemetli olmasını beklemek nasıl ki mümkün değilse, bencil ve duyarsız birinden naiflik ve paylaşımcı olması beklenmez. Mükemmelliyetçi birinden teslimiyet ve tevekkül beklenilmeyeceği gibi. Huyun/ huyum kurusun derler ya işte öyle birşey…
İnsan düştükçe yeniden kalkmaya gücü yetecek şekilde yaratılmıştır. Öyle olmasaydı her duygusal ve maddi yıkımlarda hayatını idame edecek enerjiyi bulamaz hem kendisi hem de yakın çevresi için yaşam çekilmez bir hal alırdı. Hayat, iniş çıkışları tolere ettire ettire, sabırla nakış gibi işler bizi . Değişim bu nedenle ağır işleyen bir süreçtir. Yaş aldıkça, eğitimle, tecrübe ile yavaş yavaş oluşur. Herşey insanlar için sözü bu realiteyi ifade eder. İnsan ; İşsiz kalır yeni iş bulur. Ticarette zirveyi de görür iflası da. Sınıfta kalır bir sonraki sene geçer. Sevdiklerinden ayrılır yeni sevgiler girer hayatına. İhanetler görür yeniden güven veren kişiler onarır yarasını. Değişmeyen, telafisi olmayan ve değişime zaman tanımayan tek gerçek ölümdür.
Ben sözü dönüşüme getirmek istiyorum. Değişmekle kalmayıp dönüşmek gerektiği zamana. Daha radikal bir hareket. Daha acil bir ihtiyaç. Uçurumdan aşağıya düşecekken bir dala tutunup hayatta kalmak için kati ve dönülmeyecek bir karar anına. Çünkü dönerse, yine aynı yolu aynı tarzda yürüyecek. Dönerse, aynı hataları yine tekrarlayacak. Dönerse, yine görmek istemediği davranışlara maruz kalacak. Dönerse, yine düşecek. Bu seviyeye gelinmişse değişmeyi beklemek zaman kaybıdır. Acilen dönüşmesi gerek. Hicret etmek gibi. Bulunduğu halden başka bir hale ardındaki tüm kapıları sıkı sıkıya kapayarak ilerlemek gibi. İmansızlıktan hidayete yürümek gibi. Çürümüş bir uzvu kesip atmak, gidipte dönmemek gibi.
Değişim için yavaş yavaş yol alan insanlar zaman içinde kanıksanırlar fakat aniden dönüşen insanın işi hep zor olmuştur, kolay kolay kabullenilmezler. Muhalif bir güç oluşur karşısında. Alışmamışlardır yeni Sen’e ve alışmaya niyetleri de yoktur. Düşünün, sürekli verici olan bir insan, hep etrafındakilerin mutluluğu için savaşan, emek harcayan biri ” Artık ben de varım ” diyor. Zulme uğrayan biri artık hak arayışında. Gereksiz bir şekilde kendi rızası ile yüklendiği ne kadar yükü varsa indirip ” Artık herkesin kendi yükünü kendi taşıma zamanı ” diyor. Etrafı için ne sevimsiz ve gereksiz bir hareket değil mi ? Oysa , değil. Ölüme yaklaşanın son çırpınışı ve özgürlüğüne sahip çıkma şansıdır Dönüşmek.
Franz Kafka’nın Dönüşüm isimli öykü kitabındaki Gregor’un dönüşümü bir misaldir. Hz. Mevlana’nın Hz. Şems ile tanışmasından sonraki dönemi misalidir. Mecnun’un Leyla’ya olan aşkı yine bir dönüşüm hikayesidir. Hz. Ömer’in (ranh.) Hz. Peygamberimizi öldürmeye gidip yanından müslüman olarak çıkması da. Var olan, eskimiş, işlevi kalmamış bir binayı yıkmak ve apayrı bir dizayn ile yeniden inşaa etmektir dönüşüm. Günümüzün yeni trendi Kentsel Dönüşüm projeleri gibi. Eski halden eser kalmamak üzere. Dönüşüm özgürlüktür. Egodan kurtulan Ruhun özgürlüğü.
Bir de daha yapacak, tamamlanacak çok işimiz olur ve kendimizle birlikte hayatımıza girenleri yargılar buluruz ölüm döşeğinde. ” Bu oyun çok karışık ” sonucuna doğru kayabilir düşünceler. Oyuncu ile oyun kuranı bulmaya uğraşırız. Çelişkiler…çelişkiler…
Nazım Hikmet’in demiş ki ;
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Dünya işi hiç bitmez. Mutlak adil olan hesap görmeden de hiç bir hesap kapanmaz. Doğru olan üzüntüleri biriktirmemek, yüzleşilmesi gerekenlerle yüzleşmek, hayatınızdan çıkarmanız gerekenlerden kurtulmak. Fıtratınıza dönmek. Kin ve nefret duygularını kalbinizde barındırmamak ve oluşmasına fırsat vermemek. Varoluş haklarınızı sonuna kadar kullanmak ve savunmak. Ve mutlaka hayatınızı tamamen Kurana göre yaşamak. Şu fani yaşamda hiç bir hak arayışı Allah’ın (c.c ) bize tanıdığı hakları istemek kadar haz veremez. Çünkü inanan hiç kimse o’nun karşısında duramaz. Çünkü inanan biride inanmayanın karşısında hiç bu denli kararlı ve metanetli duruş sergileyemez. Hakimlerin en adaletlisi o’dur. Dönüş onadır, dönüşümümüz de o istikamette olduğu sürece artık üzüntü ve keder kalmaz.
Şair Bâki huma kuşunun gölgesi gazelinde der ki;
“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal, ( 1 )
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”
Lösemi veya herhangi bir kanser türü işte böyle bir dönüşüm gerekliliği kararı aldırıyor. İçinize attığınız ne kadar gereksiz üzüntü keder, ne kadar kırgınlıklarınız , bilinçaltında depoladıklarınız varsa hepsinden kurtulma isteği duyuruyor insana. Çünkü bildi. Hepsi birer yüktü. Çünkü hepsi bağışıklık sisteminizi bozan cızırtılardı.
Sonuç olarak insan bir kelimeyi diline pelesenk ediyor.
Yâ Nasîb.
Nasibten ötesi yok. Rızk’ın da, ömrün de.
Bizden geriye kalacak olan ya bir hoş sadâ olacak yada keşkeler.
Hiç kimse keşkelerle uyanmasın dileği ile.
İsra Doğan
1 – Hz. Dâvûd’ un sesi o kadar güzel idi ki, Allah’a tesbih ve zikrettiği zaman sesi dağlarda yankılanıyordu. Oradaki kuşlar da onun zikir halkasına girip değişik nağmelerle bir armoni meydana getiriyorlardı. Bu sahnede, Hz. Davud âdeta bir orkestra şefi, dağlar o güzel sesin yankılarıyla ve barındırdığı kuşların ötüşleriyle onun komutlarını tekrar ediyor ve yeri-göğü zikirle velveleye veriyorlardı. ( Sorularla İslamiyet sitesinden Hz. Dâvûd’un sesi hakkında açıklama)
Ne ekersen onu biçersin derler. Bu sene biraz bahçe ile haşır neşir olunca ekmemize rağmen biçemediklerimize , ekmediğimize rağmen biçtiklerimize, komşunun ektiklerinden istifade ettiğimize şahid olduk.
Bu nedenle ne ekersen onu biçersin sözü kati bir sonuca ulaşmayı kastetse de Allah istemedikçe bizim çabamız niyetten öte geçmez, nasib olandan fazlasına da erişemeyiz. Bir sel gelir, bir don vurur, Kuran-ı Kerimde geçen bir ayette olduğu gibi bahçe yanar kül olur da ne ekin kalır ne hasat. Bazen iyilik edersin ama kötülük bulursun, bazen kötülük edersin iyilik bulursun. Orucunu tutarsın aç kalmaktan öte saymayabilir Allah cc. Namaz kılarsın kalbinde namazdan başka herşey vardır. Bazen ufacık görünen bir hayr işlersin büyük bir kolaylık ve nimet erişir hayatına. Sabırla erişebildiklerimize çalışarak kavuşamayabiliriz.
Tedbir almakta halis bir niyettir.
Geleceği bilmediğimizden iyilik ettiğimizi sandığımız nice yanlış kararlar verebiliyoruz. Bazen de çaresizliğimizden çözümsüz sandığımız olaylar bir bakmışız gelecekte önümüze başka kapıların açılmasına vesile olup hakkımızda hayra dönüşmüş.
Savaştan korkarız, açlıktan korkarız, yalnız kalmaktan ve hasta olmaktan da korkabiliriz. İşsizlikten, iftiraya uğramaktan, zulme maruz kalmaktan da. Bunun için tedbirler alırız. Açlığa karşı çalışmak bir tedbirdir, yalnızlığa karşı iyi geçinmek bir tedbirdir, hastalığa karşı tedavi olmak dikkat etmek bir tedbirdir. Savaşa karşı hak hukuka riayet etmek bir tedbirdir.
Teslimiyette halis bir niyettir.
Velhasıl sevdiklerimizle de imtihan oluruz, korkularımızla da. Ne kadar irdelesek , sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışsakta anlayamadığımız, çözemediğimiz noktalar olur, gelgitler yaşarız. İşte bu kaoslu durumda bize Allah’ın ( c.c ) bir sözü çıkış kapısını işaret eder ve teslimiyete davet eder.
Bakara- 216 ” Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Bütün korkuların, olayların ve kişilerin iradelerinin hakkımızda hayra dönüşmesi için tek ilacımız var; ” Allah ‘tan cc korkmak ve yine de O’ ndan ümidimizi kesmemek ”
Ümit ile birlikte yan yana olan Allah c.c korkumuzda halis bir niyettir.
“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”(Mecmeu’z-Zevâid, I/61,109) sözünü ” Ne ekersek onu biçeriz ” deyimi ile birbirine bağlarsak şu neticeye ulaşabiliriz;
” Halis, selim, samimi duygular ve ihlas ile bir niyet ekelim ki, mağfiret ve merhamet biçmek nasib olsun. “
Elimizde, dilimizde, kalbimizde halis niyetlerimiz daim olsun. Halis niyetlerimiz gerçekleştiremesekte tohumunu ekmektir. Kötü amellerin kişiyi selamete götürdüğü vaki olmamıştır fakat iyiliği murad / niyet ettiğimiz sürece ve Allah’ın ( c.c ) da muradı birleşirse kurtuluşumuz için bir ihtimal her zaman mümkündür.
İsra Doğan
Cenâbı Hak buyuruyor:
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 910)Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma! Her hâlimi ıslah eyle! Şüphesiz Sen’den başka ilâh yoktur…” (Ebû Dâvud, Edeb, 100101)
Bâyezîdi Bistâmî Hazretleri buyurur:
“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya davet ettim, bu zor yolculuk husûsunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertarâf ederek Cenâbı Hakk’ın huzûruna yöneldim!”
Bâyezîdi Bistâmî Hazretleri merhale merhale bu mücadeleyi şu temsillerle anlatır:
“On iki yıl nefsimin demircisi oldum, onu riyâzat körüğüne koyup mücâhede ateşiyle kızarttım. Kınama örsüne koyup melâmet ve mahviyet çekiciyle dövdüm. Sonra beş yıl nefsimin aynası oldum. Yani onu murâkabeye aldım. Türlü türlü ibâdet ve tâat ile bu aynayı cilâladım. Sonra bir yıl ibret gözüyle baktım ve rûhumda, gururdan, ibâdetlerime güvenmekten ve amelimi beğenmekten meydana gelen büyük bir iptilânın mevcut olduğunu gördüm. Bu musîbeti kesip atmak için beş yıl daha gayret ettim ve nihayet îmânım kemâle erdi, İslâm’ın o rûhânî lezzetine yeniden nâil oldum.”
Hâlidi Bağdâdî Hazretleri de bir mektubunda, ibâdet ve tâatlerde nefsin hilelerinden sakınmanın ehemmiyetini şöyle dile getirmiştir:
“Kalbî ve bedenî ibâdetlerde tüm kuvvetini sarf et. Bunun yanında nefsine; «Hiçbir zaman makbul olacak hayır işlemedim.» düşüncesini kabul ettir. Çünkü ibâdetlerin rûhu niyettir. Niyet ise ancak ihlâs ile mümkündür. Senden daha büyük olanlara ihlâs gerekirse sana nasıl gerekmesin?!. Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.
Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma.”
Nefs öyle bir belâdır ki, onun şerrinden muhafaza olmak, ancak böylesi ağır, yoğun ve büyük gayretler ister. Kolayca bertarâf edilecek basit ve önemsiz bir gāile değildir. (Osman Nûri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Ağustos2013)
Her Güne Bir Esmaül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
elVâlî: Mülkünü tek başına idare eden, kâinatın tek yöneticisi, bütün varlıkların hükümdarı, onların üzerinde istediği şekilde tasarrufta bulunan ve onlar üzerinden bol bağış ve ihsanda bulunan demektir.
Kısa Günün Kârı
Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve yaşanan bediî heyecanlar nisbetindedir. İnsanın; nefsin ve şeytanın esâretinden kurtulup, rûhunun hürriyetini kazanması için katlanacağı her türlü meşakkatte aslında asil bir zevk vardır. Bunu idrâk edenler, irfân ehlinin acı ilâçlarını zevkle içerler.
Evladını, eşini, babasını şehid verenlerden illa duymak istenen bir cümledir ” Vatan Sağolsun ”
Vatan elbette sağolsun, var olsun. Fakat askerimiz polisimiz ölmeden, ardlarında yetim çocuklar bırakmadan.
Ana babanın avunabilecekleri başka çocukları olabilir. Eşi yeni bir hayat arkadaşı bulabilir. Vatan sağolsun elbette fakat asla birdaha babası olamayacak çocuklara olan olur. Üstelik toplum ne kadar koruyup kollar onları, ne kadar yaralarına merhem olur. Hüzünlerini kim sarar sarmalar, gözyaşlarını kim siler gecenin bir vakti.
Evet, vatan sağolsun elbette.
Fakat, ucuz olmamalı ölüm.
Uyduruk, dünyaperestlik hırsı öldürmemeli onları.
Hele siyasi ve maddi çıkarlı savaşlar olmamalı yetimliğin sebebi.
Sonra
Çocuklar büyür
Genç ve yetişkin olur
Dillerinde bir ağıt yükselir sessiz sedasız
Oyuncak sepetinde,
Ya da karşı arsada,
Şuralarda bir yerde
Çocukluğum olacak..
Sen görmedin mi anne?
Şiir : Çetin Göçmen
İsra Doğan
Kemoterapi sürecinde vücutta hücreler ölürken hissettiğim sıkıntılardan biri de ısırık yada iğne batması gibi hislerdi. Ovmakla, hareket etmekle geçmeyen, uyutmayan bir hal. Hiç kimse size bu durumdan en az etkilenme yolunu anlatmıyor. Nasıl başa çıkacağınızı bilemiyorsunuz. Takıntı yaptıkça iyice huzursuz ediyordu. Bir yol bulmalı ve vücudumdan uzaklaşmalıydım. Belki o zaman vücudumun sesini daha az işitebilir, psikolojimi koruyabilirdim. Tefekkür etmenin yararını bu sorunla başa çıkmada çok gördüm. İnsan ne kadar çok bedenine odaklaşırsa nefsine daha fazla yaklaşıyor ve huzursuzluk artıyor, ne kadar ruhuna yani maneviyata odaklanırsa o kadar bedeninden uzaklaşıp ferahlıyor. Tefekkürün yanında dualara yoğunlaşarak maneviyatımı güçlendirmeye ve hastalığa değil, bu hastalık sürecinin bana öğrettiklerine odaklandım.
Özellikle kanama geçirdiğim, odamdan hiç çıkamadığım 20 gün boyunca servisten gelen türlü türlü sesler ve değişen 3 oda arkadaşımın hikayeleri ve onlarla yaşadığım imtihanlar çok öğretici oldu.
Gece gündüz durmaksızın öksüren bir bayan sesi ( sonra oda arkadaşım oldu )…Sürekli ah – of diye inleyen bağıran bir bayan.. Acısını, sıkıntısını Allah , Allah diye zikrederek sabretmeye çalışan bir erkek sesi…Ölüm olduğunda yükselen feryadlar…Sağlık görevlileri ile hastalar arasında alevlenen kavga sesleri…Doktorların order ( emir ) sesleri…Arada yapılan yangın talimatının siren sesi…ve daha niceleri…
Bu sesleri dinledikçe Peygamber efendimizin ( s.a.v ) miraçta cennet ve cehennemi ziyareti geldi aklıma. Sıkıntılı sesler sanki cehennemden yükseliyor, güzel duygular hissettirenlerse cennetten yükseliyor gibi gelmişti bana.
Açlıktan 12 kilo vermiştim ve sürekli yemek programı izlemek zorundaydım. Çünkü oda arkadaşım yemek programlarını izlemeyi seven özürlü bir genç kızdı ve kumandayı elinden almak mümkün değildi. Buna rağmen olağanüstü eğlenceli, espirili kişiliği ile sıkıntılı anlarımı güzelleştirdi. Hayatıma hastalık vesilesi ile bile olsa girmesinden son derece mutluyum. İyi ki tanımışım diyorum. Servisteki arkadaşlarımın hayat hikayelerini, hastalık seyirlerini, olanı biteni tefekkür edince hem kıyaslama adına hem de ibret alma adına çok şey öğrendik.Mesela, bizlere nasib olup başkasında olmayan nimetlere ne kadar şükredip etmediğimizi, açın hali ile tokun halini, varlık içinde yokluğu yaşama hissi gibi. Kısaca hastanede yattığım sürede bile nefsimizle imtihandan kaçış yokmuş dedim. Rabbim bizleri her hal ve durumda imtihan etmeden bırakmıyor. İnşaAllah başarılı çıkmışızdır.
Aynı dönem yatan hastaların birçoğu ile iletişimimiz devam ediyor. Telefonlaşıyoruz, hastanede kontrollerde denk gelirsek görüşüyoruz. Çok şükür iki vefat dışında hepsi şimdilik hayatta ve inşaAllah Rabbim şifa versin. Üç kişi ilik nakli oldu, biri uygun ilik bekliyor.
Paylaşmak istediğim bir diğer mesele şu; Yatış için hastane bulamadığım dönem Sağlık Bakanlığı İletişim Merkezi (SABİM)’ ne 184 nolu numaradan iletişime geçerek durumumu izah etmiştim. Bulunduğum şehirde Hematoloji servisi bulunan tüm hastane isimleriyle birlikte faydalı olacağını umduğum bir bilgi paylaştılar. Bana, ” Eğer mevcut kan değerlerinize rağmen müracat ettiğiniz hastane yer yok diye yatışınızı yapmazlarsa 112 birimiyle irtibata geçin . O birim aracılığı ile gittiğinizde yatışınızın yapılması gerekiyorsa geri çevrilmezsiniz ” dediler.
Hematoloji servisinde yer olmasa da müşahade odasında , yada dahiliye servislerinde yer açılana kadar misafir ediyorlar. Bende 10 gün dahiliye servisinde yatarak bekledim. Nötropeniye girince daha fazla bekletemeyip acilen servise nakletmişlerdi.
Bu süreçte ayrı bir imtihandı. Bir yanınız hemen tedavinin başlamasını istiyor ve devletin olanaklarını sorguluyor, diğer yanınız yine de doktor gözetiminde olmanın verdiği güvenle şükrediyor. Sonra üçüncü dünya ülkelerindeki hastalar geliyor aklımıza. Savaş ortamındaki yaralılar ve hastalar derken buna da şükür diyoruz.
İnkar edilemeyecek bir gerçek şu ki, ülkemizde sağlık hizmet sektörü geçmiş yıllara göre epey iyileşmiş durumda. Büyükşehirlerde Hematoloji hastanesi de açabilirlerse inşaAllah daha da güzel olacak ve yer bulamama sıkıntısı bitecektir. Yeryüzü Doktorları kuruluşunun hizmet götürmeye çalıştıkları ülkeleri inceleme fırsatınız olursa neden şükretmemiz gerektiğini daha iyi anlatmış olurum. Bir de Lösev’in bir tuğlada sen koy kampanyasına göz atın derim. Kime ne zaman ne olacağı belli değil. Gün olur biz veya bir yakınımız ihtiyaç hissedebiliriz. Tıpkı benim hikayemdeki gibi. Ve inanın yapılan hiçbir iyilik zayi olmaz.
Bu meyanda birkaç ayetle yazımı bitirirken herkese sağlık sıhhat ve afiyet dilerim.
Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller. ( Bakara 112 )
Yüzlerinizi bazan doğu, bazan batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitabave bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekatı verirler. Bir de andlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır. ( Bakara 117 )
Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükafat verir. ( Nisa 40 )
İsra Doğan
“Yeryüzünde size isabet eden hiçbir musibet yoktur ki daha önceden bizim yazmış olduğumuz bir kitapta bulunmasın. Bu Allah için çok kolaydır.” (Hadid Sûresi, 22)
Büyük depremin habercisi olan öncü depremler gibi bazen başımıza gelecek olaylara bizi hazırlayan işaretler alırız. Fakat birer işaret olduklarını o an anlamamız mümkün değildir. Bir anımla durumu izah etmeye çalışayım. Lisede sınıf arkadaşımın annesi spastik çocukların eğitim gördüğü bir kurumda gönüllü annelik yapıyordu. Gerek o hanımefendiden gerek arkadaşımızdan o çocuklar hakkında birşeyler dinlerdik. İlk baktığımızda hanımefendi için ” iyiliksever, duyarlı bir insan ” der geçeriz. Yıllar sonra arkadaşım evlendi. Doğum esnasında bebeği oksijensiz kalıp spastik yani özürlü kalınca annesinin yaptığı gönüllü annelik farklı bir boyut kazanmış, doğal olarak şaşırmıştık bu duruma. Rabbimizin bu aileyi tevafuken yıllar önce öyle bir kuruma sevk ederek spastik bir çocuğun bakımı hakkında bilgilenmeye ve özürlü bir çocuk sahibi olmaya alıştırdığını sonradan idrak etmiştik. İşaret gönderilmişti fakat hiç birimiz bunu fark etmemiştik bile.
Bana gelince; öteden beri gerek sosyal gerek sağlıkla ilgili dernekler ilgi alanımda. Gönüllü annelik yapmayı çok dilemiş fakat bir türlü gerçekleştirememiştim. Fiili olarak yapamadığım hizmetleri cüzi bağışlar yaparak ruhumdaki bu özlemi dindirmeye çalışırken yüzlerce hayır kurumu arasından içgüdüm ile Lösev’i ve yine sağlık hizmetleri veren başka bir yardım kuruluşunu seçmiştim. Mail kutuma birgün yine Lösevden mesaj geldiğinde aklıma arkadaşımın durumu düşmüştü. Acaba , birgün bende Lösemi olabilir miyim demiştim kendi kendime.
İki yıl sonra bana Lösemi teşhisi konduğunda demek ki Rabbim beni de hazırlamış dedim. Çünkü Lösev’in çalışmalarını incelerken Lösemi hastalığı hakkında araştırma yapmış, tedavi sürecini anlamaya çalışmıştım. Şimdi bazı kişisel gelişim uzmanlarına , yaşam koçlarına bıraksak sözü diyebililer ki, ” Evrene pozitif enerji gönderin ki hayatınızda herşey iyi gitsin . Negatif düşünceler negatifliği çeker. ” veya ” Neden korkarsanız başınıza o gelir ” gibi ifadeler kullanırlar.
Tamam, iyi düşünelim iyi olsun. Güzel bakan güzel görür demişler. Bu tarz sözler daha çok iyi niyetli olmakla alakalı bir durum. Fakat, Evren dedikleri ne ki ?
Herneyse, Kaderimizi aldığımız kararlar, seçtiğimiz yol ile şekillendirebilirsekte , Allah’ın c.c bizi illa imtihandan geçireceği belliyken onun kazasından yani vakti saati geldiğinde imtihan olacağımız sebebi yaratmasından kaçmak mümkün değil. Önemli olan imtihan sürecinde sabırlı olmak, isyan etmemek, teslim olup tevekkül etmektir. Tıp doktorları da boşuna demiyorlar, moral tedavinin % 50 si diye. İmtihan bilinci zaten otomatikman % 50 ferahlatıyor, buna bir de Allah’a teslimiyeti ekledikmi geri kalan % 50 tamamlanıyor. Yüzde yüz moral budur işte. Ölümden korkmak ondan kaçabilmemizi sağlayamadığına göre kendimizi yaratarak hayat veren, vakti gelince de ölümü yaşatacak olan Allah’ a teslim etmek gerek. Şifa Rabbimizden, ilaçlar doktorlar hepsi birer vesiledir.
Bu hastalığın bana öğrettiği, idrak ettirdiği en önemli konu yaşamanın kolay, ölmenin ise zor olduğudur. Trombositopeni ‘ye girdiğimde kolumda uyuşma, nefes darlığı ve titreme başlamış ve tablo ibreyi ölüme doğru çevirmişti. Monitöre bağlayıp, oksijen ve kan vermeye başladılar. Bana birşey belli etmeseler de yakınlarıma herşeye hazırlıklı olun demişler. Verilen ömür bitmemişki kemik iliğim çalışmaya başladı ve birkaç gün içinde hızla topralandım. İnsan önceden kolayca aldığı nefesi zorlanarak bile alamamaya başlayınca neye uğradığını şaşırıyor. Birşeyi bilmekle yaşamanın aynı olmadığını daha iyi algılıyoruz. Ölümü biliyoruz fakat ölüm anını biz yaşamadığımız sürece gerçekte nasıl olduğunu anlayamayız. Çünkü hissetmiyoruz. Teknik bilgi, teori ve pratik gibi. Uygulanmayan hiçbir bilgi aslında var olmaz. Ölüm bilgisinin de ölmek olmadığı gibi.
Biraz klişe cümleler kuracağım fakat doğrusu da o kabul etmeliyiz. Madem ki yaşıyoruz, dünyalık hiçbir konuyu kendimize dert etmemeliyiz. Ölüm yaklaştıkça önemsediğimiz o dünyalık sorunlar öyle önemsizleşiyor, öyle küçülüyorar ki kafamıza takıp üzüldüğümüze değmediklerini anlıyoruz. Beklentilerimiz içinde olacak olan zaten oluyor. Olmayana da vardır bir hayır deyip geçmeli. Sahip olduğumuz güzel şeylere şükretmeli, kavuşamadıklarımıza da şükretmeliyiz. Demekki hakkımızda hayırlı olan buymuş diyip kederlenmemeliyiz. Strese bağlı gelişen hastalıkların çoğu teslimiyetsizlikten. Bu nedenle stres biraz şükürsüzlük, biraz da isyan barındırıyor.
Vaktiniz olduğunda Kader ve kaza konulu makaleyi okumanızı tavsiye ederim.
Devam edecek inşaAllah
İsra Doğan
Aklımda resimli bir bayram mesajı eklemek varken birden Hz. Peygamberimizin veda hutbesi geldi hatrıma. Malum, sağlık sorunum var ve bir sonraki bayramı görüp göremeyeceğimi bilmiyorum. Sevgili Peygamberimiz de veda hutbesine bu minvalde bir sözle başlamıştı.
Bu satırları okuyan her kim iseniz ; Yarın başlayacak olan bayramınızı ve ömrünüz yettiğince yaşayacağınız tüm bayramlarınızı sağlık , huzur, mutluluk içinde geçirmenizi dilerim. Bence bayramları kutlayabilmek için hak etmek gerek. Ramazan ayını ibadet ve oruçla geçiren bir kişinin yaşayacağı bayramla, önemi ve hikmetlerinden birhaber yaşayan bir kişinin yaşayacağı bayram hiç aynı olabilir mi ? Her türlü nimete ulaşma yolu meşakatlidir. Hele de affa, mağfirete ulaşma yolu ise bu yol tabii ki emek ve sabır gerektirecektir. Son yıllarda ramazan ayı uzun günlere denk gelse de Rabbim hava şartlarını serinleterek merhametini öyle güzel gösteriyor, kolaylaştırıyor ki, elhamdulillah. Oruç bildiğiniz gibi riyanın bulaşamadığı tek ibadet türü olması hasebiyle önemli ve değerli bir ibadettir. Kendi adıma da inanan tüm müslümanlara da dilerim Rabbim idrak etmeyi ve nasiplenmeyi nasib etsin. Rabbim tuttuğunuz oruçlarınızı, verdiğiniz fitreleri, kıldığınız teravihleri, namazları, sadakalarınızı, fidyelerinizi kabul etsin. Fakire fukaraya açtığınız iftar sofralarına mukabil cennette sofralar açılsın. Kalın sağlıcakla, Allah’a c.c emanet olunuz.
Madem ki hatrımıza veda hutbesi düşürüldü bir hikmeti vardır diye umarak sözü sevgili efendimize bırakıyorum.
Veda Hutbesi
“Ey insanlar! ” Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
“İnsanlar! bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
“Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Oda sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
“Ashabım! “Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin Biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam) abbasın faizidir Lakin ana paranız size aittir. Ne zulmediniz nede zulme uğrayınız.
“Ashabım! “Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davalarda tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
“Ey insanlar! “Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir. Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız.
“Ey insanlar! “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yatakların yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
“Ey müminler! “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.
“Müminler! “Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanıda, malıda helal olmaz.Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
“Ey insanlar! “Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne tevbelerini nede adalet ve şehadetlerini kabul eder.
“Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın arab olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. “Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. “Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. “Dikkat ediniz!şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allahın haram ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar “la ilahe illallah” deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emr olundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
“İnsanlar! “Yarin beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler; “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz,bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz,diye şehadet ederiz”.Bunun üzerine Resul”i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;
“Şahid ol Yarab! Şahid ol yarab! Şahid ol yarab!”
Ramazan günü biraz daha az araba kullanmak için Bandırma Feribotunu tercih ettik. İnen arabalara baktıkça şaştık desek yeridir. Hepsi son model Mercedes, Audi, Bmw , her markadan jip. Bir an arabamızla bize acıyarak bakacaklarının mizahını yaptık. MaşaAllah, dedim. Refahın böylesi. Ya da Faizin gücü mü deseydim acaba :(
Mescide namaz kılmaya gittiğimde birkaç bayan hem ayaklarında bebek uyutuyorlar hem de koyu sohbete dalmışlar. Kulak misafiri oldum ister istemez.
_ 16 dönüm ektik bu sene.
_ Kabak aşılı mı diktiniz ?
_ Evet, hiç belli olmuyor. Müşteri çıkmasını bekliyoruz. İnşaAllah çıkarda satarız. Çok masraflı bir iş.
Bu minvalde sürdürdürdükleri mevzuyu, onu şunu tanıyormusuna getirdiler, bilindik kadınca muhabbete evrildi konular.
Cahilliğimden anlamadım bu aşı meselesini ve unutmuştum.Eşim bir gün sonra karpuz aldığında esnafın kabak aşısız diye verdiğini anlatınca uyandım. Demek karpuz ekmişler ve onun aşılısı aşısızı da varmış. Üstelik kabak aşısı da yasakmış.
Ah bacım, hem yasakmış hem de anlaşılmıyor diyorsun gevrekçe, üstelik mescidde !
Kimse anlamasa da bir anlayan, gören var demi. Ve sen onun huzuruna durulan bir yerde kötü fiilini nasıl bu kadar fütursuzca beyan ediyorsun onu da anlamış değilim. Hani madem günah işliyorsun ayan etme, ve de mescitte.Ürpermeden üstelik. Şu asırda para kazanma hırsı nasıl da Hakk’ın sınırlarını aştırıyor. Halk bilmezse, Hâlık bilir. Halk görmezse, Hakk görür.
Hz. Peygamber efendimiz esnaflarla sohbet ederken buyurmuş ki ;
” Aldatan bizden değildir, malınızın ayıbını satarken saklamayın.”
Allah’ın (c.c ) görsel tecellisi olan Gökkuşağını sevdiğim için bloğuma bu adı vermiştim yıllar önce. Bunu da LGBT’liler kendilerini tanımlamakta sembol olarak seçtiler iyimi :(( Mutsuzum.
Ve insan yeniden göğe merdiven inşaa etti. En güçlü, en ulaşılmaz, en maharetli, en yenilmez olmalıydı. Sarhoş oldu ayıltıldı, yeniden unuttu. Unuttuklarının hatırlatıldığı Kitab’a rağmen, insan unutmaya ne çok hevesli çıktı.
Biliyordu aslında. “ Bir şey olmak “ acıları ve ölümü engellemiyordu. Tevazudan, merhametten kaçtıkça ne savaşlar toprağın altına gömülüyor ne de göklerin derinliğine. İster beyaz, ister siyah veya sarı ırktan olsun helak olmaktan kaçamıyordu. Küçük bir virüsle, bir sivrisinekle, çekirgeyle künde gelmekten de.
Bizim topraklarda erkek çocukları artık “Âlim” değil ” Paşam “ diye severek büyütülür oldu. Paşa olmalı, onu olamazsa en düşüğünden doktor veya mühendis. Olmalıdır. Modernizim’de olmamak bir aşağılanma, eksiklik alametidir çünkü. İlla bir şey olmalı, hüküm anahtarını ele geçirmelidir. Ancak o zaman oynadığı oyuncakların gerçeğine – silahlara, arabalara ve kadınlara – sahip olabilir. İstediği gibi ve istediği zaman kendisi gibi düşünmeyenleri , kendisine itaat etmeyenleri kılıçtan geçirebilir. Bir zamanlar He-Man elinde kılıcıyla televizyonda arzı endam edip, konuşmayı doğru dürüst bilmeyen çocuklara ” Güç bende artık “ diye boşuna seslenmemişti. Kızların eline yanakları ve dudakları boyalı en zayıfından sarışın barbi bebek tutuşturmak kâfiydi. Bebeğini süslerken kendini de süslemeyi , siyah saçlarını sarıya boyamayı öğrendi. Büyüdüler. İnsanı ve vakti öldürdüler elbirliği ile. Modernistler öyle istediler, öyle öğretildi gizliden gizliye. Oyalansınlar ve olduramasınlar korktukları ne varsa.
Modernite ; İnsan, varlık, tabiat, ahlâk, aile ve topluma dair tüm hak ve hukuksal sınırları dinin şekillendirmesinden soyutlayarak geliştirilen beşeri bir sistemdir. Oyun kurucularının dayattıkları kurallar, hedefler ve vaadlerle programlandıkları bir sistem. İnsanın başkaldırısıdır. ” Ben de kural koyabilir, Dünya’yı ve içindekileri yönetebilirim. ” Fakat çok sesliliğin getirdiği kargaşa , ego ve hakkın unutulduğu sosyal, ekomomik, siyasal savaşlar ne Dünya gezegenine ne de İnsan’a huzur ve barış getirmemiştir. Mühendisliğin çevreyi, tıbbın insanı, teknolojinin ( Tarım ) toprağın içinde filizlenen ne kadar doğal işleyiş varsa dengesini bozmaktan başka işe yaramamıştır. Dinin yapıcı özelliğinin zıddı olan ,daha çok yıkıcı özellikler barındıran Modernite zuhur ettiği her alanı tırpanlamış, budamış keyfince. Yeniden düzeltilmesine olanak sağlayamayacak ölçüde hayatlarımıza nüfuz ederek kapitalizmi besleyen ne varsa alıştırıldık. Çünkü biliyorlardı, insan bir kez alışmaya görsün bırakamaz terk edemez. Çünkü biliyorlardı, dönüştürülebilen en zor alan alışkanlıklarımızdı.
Vahyi inkar ederek Peygamber öldürenler hakkı değil insanı güç merkezine alan sistemlerle yeniden doğdular. Öldürmekle yok saymaya çalışmak aynı şey değil miydi ? Oysa hesap edemedikleri bir zaman vardı. Cansız, suskun ve zararsız sandıkları zaman . Vakit uyandı, zaman harekete geçti ve deniz yarıldı. Gürültüsüz ve sessizce. Hiç ummadıkları , güçlü olduklarını sandıkları bir anda.
Tam yeri ve zamanıdır. Şaşmalı, hatta daha da kabarmalı duygular, hayret’i kucaklamalı.
Bir şey olduğunu sananların mezarlığıdır Hz. Musa’nın asası. Deniz ve zaman itaatle ayıklamaya başladı. Kimini sahile çıkardı, kimini ibretle kendine sakladı. Cansız ruhsuz bellediğimiz, değeri olmadığına inandığımız, altı üstü bir odun parçasının denizi alt üst etmesi akıl alır birşey miydi ? Şaşırdılar. Allah c.c işte böyle şaşırtır. Bir nesneye tecelli edip hakim olanın zaferi ve Firavun’un yani insan aklı ve gücünün yenilgisidir aynı zamanda Hz. Musa’nın kıssası.
Asırlar geçti, erkek çocuklarının silahlarla oynamayı sevmesi terör örgütleri oluşturmaya vardı. Erkek, en güçlüsü olmalıydı. Kadınların ilgileri güzel ahlaklı çocuklar yetiştirmeye değil hep daha fazla süs ve estetik ameliyatlara evrildi. Kadın, en güzeli olmalıydı.
Ve yine unuttular, umulmadık bir gün denizin yeniden yarılabileceğini. İnsan şaşırmaya ne çok istekli.
Yine, yeniden şaşırtacak Allah c.c. Vakit ve zaman tamam olduğunda.
İsra Doğan
Kendinize sormamanız gereken tek soru ” Neden Ben ” .
Kansere yakalanan hastalar çoğunlukla bu soruyla meşgul ederek gereksiz bir moralsizliğe mahkum ediyorlar kendilerini. Hastalığın ortaya çıkmasının tıbbi nedenleri olabilir fakat dünyadaki milyonlarca hastadan bir ayrıcalığımızın olmasını beklemek yersiz. O zaman şu soruları da sormalıyız kendimize ;
Neden ben şimdiye kadar sağlıklı kaldım
Neden ben fakirlik ve yoksulluk içinde yaşayan bir afrikalı olarak doğmadım
Neden benim çocuklarım sağlıklı
Neden benim elim kolum var
Neden benim akli dengen yerinde
Gibi…Çoğaltabiliriz.
İlla da bir neden arıyorsak şu ayeti kerime bize durumu apaçık izah ediyor.
Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! ( Bakara 155 )
Her varlığın imtihan çeşitleri farklıdır. Fakirlikle, engelilik, çocuk yoksunluğu, eşleriyle, hatta zenginlik ve refah durumu ile de bir imtihandan geçecektir. Başıboş bırakılmadığımız malum. Enerjimizi neden ve niçinlere kafa yorarak değil, bu imtihanı da sabırla göğüslemek için harcamalı.
Kemoterapinin bende gelişen yan etkilerinden biri de zihnimi etkilemesiydi. Halüsünasyonlar , kabus rüyalar peşimi bırakmadı. Ara ara bilincimin de kapandığını fark etmem telaşlanmama sebep olsa da geçici olduğunu biliyordum. Eğer enfeksiyon yoksa, kemoterapi ilaçları başka organlarda hasar oluşturmadıysa diğer yan etkiler zaman içinde kaybolup gidiyor, yaralar geçiyor cilt kendini onarıyor. Bu nedenle oluşan hiç bir yan etkiye teslim olup moralinizi bozmayın. Geçecek…Biz kızımla en zorlu anlarımızda bu sözcüğü çok kullandık. Geçecek… Ve geçti.
Sağlık görevlilerinin azlığı ve işlerinden arta kalan zaman olmaması onların sizinle diyaloğa girmesine fırsat bırakmıyor. Doktorların durumu deseniz aynı. Asistanlar çoğu yükü omuzlamış durumdalar. Üst üste nöbetlerin tüm sağlık görevlilerini fiziki ve ruhsal olarak gerçekten çok yorduğunu gördük. Her ne kadar hasta olarak hoşgörü ve ilgiye ihtiyacımız olsa da onların durumunu da gözardı etmemek gerek. Ziyaretçi kabul etmeyin dediklerinde etmemek, hijjeninize dikkat edin dediklerinde özen göstermek, gıda yasaklarına uymak gibi yine bizim menfaatimize olan ikazlarını dikkate alarak onlara tedavi süresinde yardım etmeliyiz. Kendi dikkatsizliğimiz onların iş yükünü biraz daha fazlalaştırabiliyor. Lösemi ile mücadele farklı bir alan ve Doktor, aile yakınları, hastadan oluşan bir ekip çalışması gerektiren durumdur. Kendi payımıza düşen kısmında elimizden geleni yapmak lazım.
Yatan hasta için ilaç temini konusunda sıkıntı görmedim. Sağlık bakanlığı zaten tüm ilaçlarınızı karşılıyor. Aile yakınlarına bu dönemde düşen en büyük görevlerden bir diğeri kan vericisi bulmaktır. Allah c.c benim için kan ve trombosit veren herkesten razı olsun. Çevremiz dışında internet ortamında yapılan çağrılara cevap verip kan vermeye gelen çok kişi oldu. Hepsi günlük dualarımın içinde, ve çok müteşekkirim onlara. Kızılay ve çapa hastaneside gerektiğinde kan yardımı yapıyor. Hiç olmadı hastane içinde gerek görevliler veya hasta yakınları da imdada yetişebiliyor. Allah c.c yeter ki istesin, öyle zor zamanlarda imdadınıza yetiştiriyor ki insanları nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz.
Allah c.c eksikliğini göstermesin fakat gönül isterdi ki İstanbul’da ve diğer büyükşehirlerde şuanda Lösev ‘ in çocuklar için inşaa ettiği hastahane gibi sadece Hematoloji hastaları için ayrı hastahaneler olsaydı. Benim tedavi gördüğüm servisin fiziki şartları diğer devlet hastahanelerine göre yeterliydi. Yine de aktivite odalarının, kitap köşelerinin, sohbet odalarının olmasını uzun süre yatan hastalar için gerekli bir ihtiyaç gibi gördüm. İnsan gerçekten biraz neşelenmeye, başka işlerle oyalanmaya, başka insanlarla sohbet etmeye ihtiyaç hissediyor.Çünkü daha önce alışkın olduğunuz aktif hayattan, hastalıklı ve durgun bir sürece geçiş yapmış oluyorsunuz. Adapte olmak zor oluyor.
Odalarda ve serviste Tv haricinde gün boyu sizi oyalayacak birşey yok. Yanınızda kitap dergi v.s bulundurabilirsiniz. Namaz kılıyorsanız devam edin, ya da hemen başlayın derim. Yüce Rabbim diyor ki ;
Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.(Bakara 153)
Kolunuzda serumlar bağlıyken, yatmak zorunda olduğunuz süreçlerde teyemmüm ile abdest alabilmek gibi kolaylık sağlayan güzel bir dinimiz var.
Hastalığı veren ile hastalığı yaşayan arasında namaz kılarak gelişen yakınlığı , yardım ve şifa istemenin güzelliğini kaçırmamak gerek. Kendimi yorgun hissetmediğim zamanlarda koridorda yürüyüş yaparak, kitap ve dergi okuyarak, namaz ve tefekkürle moralimi yüksek tutarak bu süreci kendi adıma epey kolaylaştırmıştım. Fakat yine de psikolojik destek almaya ihtiyaç duyduğum zamanlar olmuştu. Keşke devletin olanağı daha fazla yeterli olsaydı ve ara ara psikologların ziyareti mümkün olsaydı.
Devam edecek İnşaAllah
İsra Doğan
Bir gün uyandım ve artık hayatımda başka bir sayfanın açılmak üzere olduğunu fark ettim. Bazı lenflerimde şişlikler vardı. Aşağı yukarı ne anlama geldiğini biliyordum. Beni iyi bir haberle uyandırmamıştı gün. Yine de bir süre verdim onlara. Belki bir enfeksiyondu sebebi. İki haftanın sonunda değişiklik olmayınca tıbbın kapısını çaldık. Tahliller ultrasonlar muayeneler bizi Hematoloğun kapısına kadar götürdü. Kemik iliği biyopsisi sonucu elime ulaştığında şaşırmadım desem yalan olur. Rapor Akut Miyeloid Lösemi olduğumu söylüyordu. Yakın çevremde şimdiye kadar hiç Lösemi hastası olmamıştı. Bu sebeple hastaneye yatmadan evvel internetten bu hastalıkla mücadele edenleri bulmak ve tecrübelerinden yararlanmak istedim. Nasrettin Hoca damdan düşüp yardıma ihtiyacı olunca boşuna dememiş ” Bana damdan düşeni getirin ” diye. Fakat bulamadım, varsa da bana denk gelmedi. Belki bunda da bir hayr vardı bilmediğim.
Yüce Rabbim ölüm haricinde verdiği tüm dertlerin, hastalıkların şifasını da yaratmıştır. Tedbir kuldan takdir Allah’tandır derler. Bu nedenle bir sonraki adımım Kemoterapisiz ve doğal besinlerle kendimi tedavi edip edemeyeceğimi araştırmak oldu. Bir iki herbalist yazıları okudum, bana hiç güvenilir gelmediler. Arayıp bulan ve o bulana erişme çabamızda sonuçsuz kalınca Rabbim sana teslim oldum, hakkımda hayırlı olan neyse takdirine razıyım diyip o sayfayı da kapadım.
İki bucuk aylık tedavi sonrası şuan evimdeyim hamdolsun. Gidişat şimdilik iyi gibi görünüyor. Bu yazıyı kaleme almaktaki niyetim olurda benim durumumda bir kişi süreç hakkında bilgilenmek isterse yol göstermesi açısından faydalı olmaktır.
Hematoloji hastalarını bu ülkede bekleyen en büyük sorunlardan biri devlet hastanelerinde boş yatak bulmak ve tedaviye biran önce başlayabilmekmiş. İnsan yaşamadan , başına gelmeden sıkıntıları da bilemiyormuş. İlk müracat ettiğim hastaneye yatışımın yapılacağını sanmakla cehaletimin farkına vardım. Yatak sayıları oldukça düşük. İki haftamız yatış yapabilecek bir hastane aramakla geçti. Çocuklarım, hızlı ilerleyen ve ölüm riski yüksek bulunan, % 60 kurtulma ihtimali olan bir tür olduğunu öğrendiklerinde benden fazla telaş yaptılar. Her gün onlar için annelerini kaybetme yolunda bir kayıptı. Ne kadar bilseler de, söylesekte ömrün yalnızca Allah’ın kudretinde olduğunu ve süresinin değişmeyeceğini yine de telaşlarının önüne geçememiştik. Onlar üzüldükçe bende üzülüyordum tabi. Anne olmak böyle birşey. Hiçbir şartta üzülmelerini istemiyoruz, konu biz olsakta.
Bu nedenle teşhis akabinde karşılaşacakları ilk sorun budur. Malesef Türkiye’mizde hatır gönül hastanelerde de geçerliliğini koruyormuş. Ömrünüzün ne kadar tehdit altında olduğu sizin ve aile bireylerininizin dışında kimsenin umurunda değil. Devlet hastaneleri sizi pide kuyruğuna girer gibi yatak sırası için kaydınızı alıyor. Bir Lösemi hastasının ortalama tedavi süreci asgari 5 aydır. Benim tedavi gördüğüm hastahanede hematoloji servisinde 16 yatak vardı. Arada nüks edip gelen veya kan değerlerinde bozulmalar olan hastaların da önceliği olduğu varsayılarak beklemeniz gereken süreyi tahmin edersiniz. Kişisel çabanızla, kul hakkına da girmeden biran önce yatış işlemlerinizi gerçekleştirmeniz gerekiyor. Akut lösemilerde bekleme süresi ne kadar kısa olursa tedavi şansınız da o derece kolaylaşıyor. Klişe bir cümledir fakat doğrudur. ” Kanserden korkma , geç kalmaktan kork. ”
Hastaneye yattıktan sonraki kemoterapi süreci ise tamamen bünyenizle bağlantılı olarak çok değişkenlik gösteriyor. Aynı hastalığa sahip aynı tedavi protokolü uygulanan hastalarda gelişen komplikasyonlar ve iyileşme oranı hiç birbirine uymuyor. Bu sebeple kendi durumunuzu asla diğer hastalarla kıyaslamayınız. Onlarda görülen komplikasyonlar sizin moralinizi bozmasın. Sizde gelişenler de moralinizi bozmasın. Kemoterapinin yan etkileri sıklıkla ağızda yaralar ve vücuttan atıldığı boşaltım bölgelerinde kendisini gösteriyor. Mutlak her hastada oluyor mu derseniz kendimden örnek verebilirim ki bende olmadı bu sorunlar. Fakat ben de tabii farklı sorunlarla mücadele ettim. Otoimmün hastalığım vardı. Antikor oluşmasından dolayı bağışıklık sistemim dışarıdan takılan kan ve trombositleri yok ettiği için ( Trombositopeni ) kanama riskim yüksekti. Kemoterapi ilaçlarının yan etkileri hızla yenilenen, sürekli olarak gelişen ve bölünen deri hücrelerini, kemik iliğini, saç foliküllerini ve sindirim sistemi zarını etkiliyor. Buda deri döküntüsü, saç dökülmesi ve kanama riski demek oluyor. Deri ve saç dökülmesi dışında bende mide kanamasıda oldu. Doktorların demesine göre sıkça görülen bir durum değilmiş. Moral bozmak için değil şu sebeple yazdım, Kemoterapinin yan etkileri bizde evvelinde var olan hastalıklarla da azalıp çoğalabiliyor, ciddiyeti değişebiliyor. Her kemoterapi alan hastaya mide koruyucu ilaç verilmesine rağmen serviste kanama geçiren tek hastaydım. Gastiritim vardı ve zaten mide mukozamda sorun olduğu için zayıf bir halkaydı. Üstüne birde kan ve trombosit yıkımı yaşadığım için kanama kaçınılmaz olmuştu. Kemoterapi alım süreci hem doktorlar için hem hasta için süprizlere açık bir süreç. Tecrübe ve istatistik verilerine göre karşılaşılan sorunlar saptanmış olabilir, fakat hangi hastada nelerin gelişeceği yine de bir muammadır. Doktorlarda yaşayarak görüp ona göre ek tedaviler uyguluyorlar. Kısacası başka hastaların durumuna bakıp moraliniz bozulmasın. Sizin bilmediğiniz kimbilir kaç tane ek hastalıkları daha vardır. Hiper tansiyon, şeker, kalp v.s gibi. Çocukların ve gençlerin kemoterapiyi tolere edebilmelerinde ek hastalıklarının olmayışı avantajdır.
En sık görülen yan etkilerden biri olan bulantılara karşı zaten ilaç tedavisi ile oldukça rahatlatıyorlar. Bulantı sizi kaygılandırmasın hiç.
Ağız bakımınızı asla atlamayın ve ihmal etmeyin. Mantar oluşmaması ve enfeksiyon kapmamanız için destek gargara şeklinde ilaçlar veriyorlar. Düzenli kullanmak gerek.
Bireysel olarak sizin elinizde olan ziyaretçi kısıtlamasına oldukça dikkat etmenizi öneririm. Unutmayın ki sizi seven ölümünüzü istemiyorsa sabırla beklemeyi de bilmelidir. Kan hücrelerinin öldürülmesinden dolayı tamamen mikroplara açık ve savunmasız bir durumda kalacaksınız. Kendi yattığım dönem içinde enfeksiyon kaptığı için vefat eden hastalar olmuştu. O kadar önemli ve ciddi bir durum. Lütfen sizde ömemseyiniz. Hatır gönül sayacağınız bir dönemde olmadığınızın bilincinde olunuz. Sağlık görevlileri emin olun sizin için endişe etmeyeceklerdir. Bu konuda kontrolu refakatçınıza bırakın.
Yanınızda kalacak olan refakatçinizi de imkanınız varsa bilinçli ve temizlik konusunda titiz olan kişiler arasından seçiniz. Nötropeni dönemi olarak adlandırılan süreçte lavabolar bataryalar, klozet sizin kullanımınızdan önce dezekfektanlarla temizlenmeli ve odayı başka hastalarla da paylaşıyorsanız mümkün oldukça kapı koluna bile el sürmemelisiniz.
Çarşaflarınız her gün değişmeli, gıdalarınız suyunuz tek kullanımlık olacağı için gerek refakatçinizi gerek yemeğinizi hazırlayacakları sabırlı olmaları gereken bir sürecin beklediğini unutmayın. Yemeklerinizi mutfak temizliğinde titiz , eldiven kullanan , sirke kullanılması gereken durumlarda aksatmayacak kısaca özen gösterebilecek kişiler arasından seçim yapmanızı tavsiye ederim. İşin özü enfeksiyon kapmamanız için titiz, dikkatli, koordineli çalışmaya uygun bir ekibe ihtiyaç hissedilen bir sürece hazırlıklı olmalı.
Devamı inşaAllah gelecek.
İsra Doğan
İsteseydin eğer, bir kere isteseydin, evet bir kez gerçekten isteseydin olan olurdu…
Sen hiç istemedin ki dostum! İstemek nedir bilmedin ki! Hiç tutulmadın sen! Tutkuların için ölmedin ki! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun! Sen hiç olmadın ki! Evet, olmadın, çünkü sen hiç ölmedin! Ölecek kadar istemedin, ölümün pahasına istemedin, ölümüne istemedin! İsteseydin ölürdün, ölseydin olurdun. Oysa ne öldün, ne oldun. Çünkü sen istemedin; İsteğini, İstediğini aslında dile bile getirmedin. Öyle ya, bir kere dile getirseydin, olurdun, bir kez adam gibi aklından geçirseydin hemen orda olmuş ve ölmüş idin.
Sen hiç istemedin ki dostum! İstemesini bilemedin, istemek nedir bilemedin! Çünkü sen ol deyince olduranı hiç tanımadın!
Kişisel sorunlarımızı çözerken aldığımız kararlar kendimizi ve en yakınlarımızı etkiler. Sonuçlarına da bireysel katlanırız. Fakat, etkileşim alanı genişledikçe etkilenen sayı da artıyor. Türkiye’yi yaklaşmakta olan seçim dolayısı ile büyük bir toplumsal etkileşim bekliyor. Geçtiğimiz yıl ve artçılarının bu sene de devam ettiği siyasi olayların halk nezdinde sandıkta nasıl değerlendirileceği ve halkımızın takdirini açıkçası ilk kez heyecanla bekliyorum. Bu seçimler gerek dış ülkeler bakımından , gerek iç siyaset bakımından oldukça önemli. Diliyorum ki , ülkemizin ileriye dönük ekonomik refahına, halkın sosyal ve adalet alanında ki menfaatine hangi parti daha layıksa ve başarılı olacaksa o iktidara gelsin. Sorunsuz hiç bir devlet yönetimi olmaz, mutlaka sıkıntılar, yanlış uygulamalar olacaktır. Önemli olan bedelini milletçe ödeyeceğimiz meselelerde devlet erkanının da hassasiyetle idare etme bilincinde olmalarıdır. Halkın birlik ve beraberliğini zedeleyecek uygulama ve yaptırımlardan kaçınılmalıdır. Halkın da Türkiye gibi birçok etnik kökenli vatandaşa sahip olan bir ülkeyi yönetmenin ve her kesimi memnun etmenin zor olduğu gerçeğini kabul etmesi gerek. Geçmişin etnik kavgasını bugüne taşımayı da geleceğe vurulan bir darbe olarak görüyorum. Birlikte büyümüş, birlikte ölüme giden bir neslin torunlarının birbirleriyle kavgaya tutuşması ne kadar anlamlı olabilir ki? İrak’ın bölünmesi, Rusya’nın bölünmesi, Almanya’nın birleşmesi ekonomik ve siyasi olarak ne kazandırmış iyi analiz etmeli. Yeraltı kaynakları ve değerli madenler üzerinden yapılan savaş ve yaptırımlar uzun vadede hiçbir millete huzur ve mutluluk getirmeyecektir. Bunu en basit örnekle açıklarsak, zenginliğin mutlak mutluluk ve huzur getirmediğini sosyal yaşamdan gözlemlememiz yeter.
Dilerim ülkemize de Dünya’ya da huzur ve mutluluk hakim olsun. Dilerim ülkemizi de diğer Dünya ülkelerini de basiret ve feraset sahipleri yönetsin. Eskittiğimiz her değer gelecek nesillerimizden çaldıklarımızdır. Kötülüğün, zorbalığın ırkı, dini, dili de olmaz.
Seçim hayırlar getirsin ülkemize.
İsra Doğan
Ya Rahman
Alemlerin ve benim Rabbi olan Allah’ım
Gönlümüzü de, amellerimizi de istikamet üzere sabit eyle.
Bizi bizden daha iyi tanıyan, bize bizden daha yakın olan El – Kuddus
Gizlide açıkta ne kadar hata ve günah işlediysek hepsine tövbe ettik
Sen bizleri arındır, affeyle ve merhametinle setr eyle Allah’ım.
Ya Rahiym
Cennet ve cehennemin sahibi olan Allah’ım
Bizlere eman eyle
Yardım ve inayetinle cehennemden uzak, cennetine yakın kıl.
Nur’u Cemâl’ ini görenlerden, Peygamber ( sav ) komşusu eyle
Ya Tevvab
Affetmeyi seven, affın yegâne sahibi Allah’ım
Cuma gününün hürmetine sana el açan tüm ümmeti Muhammedi affeyle.
Kalplerimizi birbirine ısındır, kardeşlik bağlarımızı kuvvetlendir.
Hesap gününün şiddetini bizlere yaşatma
Ateşin azabından, senin gazabından yine sana sığınırız.
Ya Veliyy
Sığınakların en emini olan Allah’ım
Hidayetinle koru bizleri
Dostluğunla sevindir bizi
Sırrınla buluştur bizi
Nurunla nurlandır bizi
Ya Selam
Ceza gününün mâliki olan Allah’ım
Hamd ancak sana mahsustur.
İbadetlerimiz sana, yardımlarımız sendendir.
Nefsimizin ve şer insanların fitnesinden, zararından sana sığınırız.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım
Bizlere mağfiret et, Dünya ve Ahirette senden selam alan kullarından eyle.
Amin
İsra
Neredesin? Hak böyle mi aranır? Başka şeyleri gönlünde taşı, sonra Hakk’ı bulacağım, diye uğraş. Hâlin nerede, Hakk’ı aramak nerede?
Abdulkadir Geylani ( K.S )
İçimden bütün ışıkları söndürmek geçiyor. Bütün sesleri kapatmak, mahalleye giriş çıkışları bile durdurmak. Hayat durmalı bir süreliğine. Bende susmalı ve derin düşüncelere kulaç atmalıyım. Uzaklaşmak veya yakınlaşmak istediğim bir şey, bir kişi olabilir mi henüz buna karar vermiş değilim. Renkler dursun yine de, karanlık olsa da ayın ışığı yeterince görmemi sağlar. En çok mor ve turuncu rengi severim. Turuncu kuşlar uçmalı, mor kediler dolaşmalı etrafımda. Onlar susmasın. Nasılsa kötü söz söyledikleri görülmemiştir şimdiye kadar kimseye.
Sabahta olmasın gece de. Mevsim bahar olsun ama. Severim bahar ayını. Ne çok sıcak ne de çok soğuktur, kararınca yani. Evet, kararınca ve kararlı olmalı herşey. Her bahar toprağın yine aynı kararlılıkta doğurması gibi. Üstelik usanç duymadan, bağrışmadan yapar. Ya ağaçların çömertliğine ne demeli. Almadan vermenin en güzel örneği onlar. İnsan insana yapmaz. Maddi olmasa manevi beklentisi olur. Bir dua bir teşekkür en hafifinden.
İçimden bütün makamları yok etmek geçiyor. Başlar ayaklar olmamalı. Büyümemeli çocuklar, küçülmeli büyükler. Zengin fakir de olmamalı kimse. Öyle ortada durmalı herkes. Kimse kimseden uzun olmamalı. Bilgi tek, onu bilenlerse herkes. Düşkün ve zayıf olmamalı insanlar, güç terazisi konmamalı ortaya.
Yeşil sular akmalı çeşmeden, içeni şenlendiren, uyuyanı uyandıran, şifa veren.
Harfler hele hiç olmamalı, çoğaldıkça insanları birbirine düşüren. Ve yıldızlar gökten herkesin eline inmeli, insan yıldız gibi parlamalı.
Gözyaşı da istemem. Veya tek şifresi olmalı. Tuşlayanın gözlerinden beyaz beyaz akmalı. Şelale gibi. Gür ve etkileyici sesi olmalı. Cezbetmeli her varlığı. Seyrettikçe coşturan yine de yakınına, en yakınına kadar sokulmaya cesaret gerektiren.
Masallar silinmeli hafızalardan. Kâinatı hıfz etmeli insan. Dağları, ovaları, gölleri hatta çiçeği böceği. Denizin sakladıklarını da. Arı misali konmalı herbirine. Göz göz çoğalmalı gönüllerde.
İçimden bu gece bütün ışıkları söndürmek geçiyor.
İsra Doğan
Hiç gündüz vakti ettiğiniz dualar ile gece ettiklerinizi kıyasladınız mı ? Günlük meşgalelerden kalbimizi bir türlü sıfırlayamıyoruz ki. Ya telefon çalar, ya bir iş gailesi vardır, ya biri seslenir…Gece duaları öyle mi..Rabbiyle başbaşa kalır kul. Ne ses vardır nede telaş. Kul öyle bir yakarışla huzura çıkar ki , hem ruhu hem kalbi titretir. Ondandır gece ibadetine davet. Davet sahibine şükürler olsun, davet edilene mübarek. Rabbim dualarınızı kabul etsin.
İsra
Tereciye tere satmakta Ehl-i Küfrün üstüne yok. Bilimsel ipuçlarını Kuran-ı Kerimden aldıkları gibi geliştirerek yine bize satıyorlar. Bizse okuyup okuyup üflüyoruz bol bol.
İsra
Hem inanç gereği, hem toplumsal ananelerimizden dolayı misafirlerimizi ağırlarken güler yüzlü karşılamanın dışında sevdikleri şeyleri ikram etmeye özen gösteririz. Güzelce uğurlamayı da.
Giriş cümlemizdende anlaşılacağı üzere konum misafirlik. Bizim de misafirimiz var. Hem yabancı hem de yatıya gelmiş. Elinde valizi ile kapı önünde belirdiğinde tanrı misafiri dedik buyur ettik. Hoşgeldin sefalar getirdin faslı sürerken aynı anda aklım hep ne yer ne içer, neyi sever neyi sevmez sorularıyla becelleşiyor. İçin için sebeb-i ziyaret nedendir diye kendimi muhasebeye çekmiyorda değilim. Olur ya, insanım şeşerim beşerim. Bilmeden bir hata işlemiş, bir gönül kırmış veya yapmam gereken görevleri ihmal etmiş olabilirim. Ayrıca kendimden de biliyorum ki, ziyaretler herzaman keyif almak için değil görev icabıda olabiliyor. Belki bir hesaplaşma, yüzleşme gereği de.
( iç sesimden bir itiraf )
Misafirimizin Hane-i ziyareti sevgidense sorun yokta, yapılan bir hataya mukabil ve gazab üzere ise acilen telafi etmek gerek. Özeleştiriden kaçmak yiğitliğe sığmaz dedim, düşündükçe düşündüm velhasıl.
Bir an önce cevabı bulsamda gönlüm ferahlayacak mı daralacak mı bir öğreniversem diyorum fakat, yokmuş öyle bir kolaylık. Akıl da kapsama alanı dışında, sükût halde. Masal ve mitoloji hikayelerinde anka kuşuna binilir aranan bulunur bende ” Kaf Dağını ” mı aşmalıyım, bilemedim ki şimdi. Tabi bu arada tavşan kanı çaylar, börekler ihmal edilmedi, servis süper.
Hem yabancı, hem habersiz gelen bu misafire nasıl davranmalı, ne konuşmalı, ne konuşmamalı bilmiyorum. Hatta kurtulmalı mı bir an önce ondan! Kulağıma bir fısıltı çarpıp duruyor. ” Sebebi ziyaret anlaşılmadan hemen celâllenmemek misafirperverliğin gereğidir. Önce sabır kapısının önünde soluklanmalı, aslı astarı öğrenmeli ” falan filan. Gayet sakinim oysa ki ! ( iç sesim kendi yalanına gülüyor )
Ee, böyle zamanlarda en mantıklı harekettendir sözünden yola çıkarak bir bilene sorup danışmalı. Bilmemek ayıp değil demiş büyükler. Hem istişare edende pişman olmazmış.
Sordum, sözlerine kulak kabarttım.
Dedi ki ; İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
(Ankebût -2)
İman, imtihan, misafir. Nasıl bir bağlantı kurmalı ki şimdi ? İmtihanı anladım da, imanla misafiri bir türlü yan yana getiremedim.
Dedi ki ; And olsun ki (biz), onlardan öncekileri de imtihân ettik; Allah doğru söyleyenleri de muhakkak bilir, yalancıları da muhakkak bilir. ( Ankebût – 3 )
Tamam, herkes imtihan edilecekmiş, bir ben değil. İşte bu konuda yalan söyleyemeyeceğim. Bu sözden sonra kalbimin oldukça mutmain olduğunu itiraf ediyorum hatta nefsimin hoşuna gittiğini de. Fakat kast edilen yalancılar kim henüz anlayamadım.
Dedi ki ; O ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.( Mülk – 2 )
İmtihan araçları ve ciddiyeti netleşmeye başladı. Mesele imtihansa kötülük eden kendine eder diyip sıyrılmak var da olmuyor işte. İş ölüme kadar vardı fakat konu bir türlü misafir meselesine gelemedi. Bu geliş hayr mı şer mi anlayamadım hâlâ. Çay da bitmek üzere, yeniden demlesem mi acaba ? ( İç sesimin susacağı yok. )
Dedi ki ; – “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” ( Bakara – 155 )
Eyvah, işin içine hem duygu, hem can, hem de mide girdi. Neyse ki tarlam tumbum yok o konuda rahatladım hamdolsun. İkramda cimrilik etmeyeceğimi, aç kaldığımda çalıp çırpmayacağımı da umuyorum. Birşey mi ima ediyor, niyetim veya korkularım mı sınanıyor ? Malımda mülkümde, canımda gözü mü varda uyarılıyorum şimdi ? Ya Sabır.
( İç sesim paniklemiş durumda sesi titremeye başladı, kolay mı maldan geçti can bu ! )
Dedi ki ; Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.( Enbiya – 35 )
Tamam, alıştıra alıştıra söylemek bu olmalı galiba. Misafirin ölüm meleği olduğuna inanmaya başladım artık. ( iç sesim korkudan sustu )
Dedi ki ; “Biz (onlara) dedik ki: “Hepiniz oradan (cennetten yeryüzüne) inin. Eğer benden size bir hidâyet gelir de, kim hidâyetime uyarsa, artık onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.”(Bakara – 38)
Yazıma bir nebze mizahi dokunuşlar yapsamda biliyoruz ki ölümün de, hesap gününün çetinliği de hiçbir mizah kaldırmaz. Fakat ümitsizliğe de düşmemek gerek. Her ne kadar yeryüzüne inmeden önce Allah-u Teâlâ’nın ona kulluk edeceğimize dair aldığı bu sözü unutmuş ( nisyan ) olsakta o bize yine A’raf – 172 suresinde hatırlatmıştır. Ölüm gelip çatmadan hatalarımızdan dönüp, istikamet bulma ümidimiz, tövbe etme imkanımız vardır.
( 1 )
Yaşarken Peygamber efendimizin şu sözü bize ibret olmalı aslında ;
“Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Nitekim sema uğuldadı, uğuldamak da ona hak oldu. Semada dört parmak sığacak kadar boş bir yer yoktur, her tarafta Allah’a secde için alnını koymuş bir melek vardır. Allah’a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız; yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz; yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah’a yalvar yakar olurdunuz.”
( 2 )
Din ; Nasihattir, ihlastır, sadakattır ve itaattir. Bu sebeple öncelikle kendi nefsime nasihatim odur ki ; Hayatın amacını bilmek gerek. Gaflete düşmemek için ölümü çokça anmak gerek. Tasavvuf ehli alimlerimiz buna ” Ölüm Rabıtası ” demişler ve uygulamışlardır. Çünkü ölüm meleği hiç ummadığımız bir gün kapımızı çalabilir. Hazırlıklı olmalı Rabbimize sunabileceğimiz güzel ameller biriktirmeliyiz. Misafirliğe bile eli boş gitmemeye özen gösterirken o’nun ( c.c ) huzuruna nasıl gidelim. Rabbim korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail eylesin bizleri. İnşaAllah Rabbimiz tarafından güzel bir hitâbla karşılanmak nasip olsun hepimize.
Kaynak:
1- Rivayet odur ki ; İbn-i Abbas hazretleri unutkanlığımıza istinaden , “İnsanlar, verdikleri sözleri unuttukları için ‘insan’ ismini almışlardır.” demiş. ( nisyan kelmesinden türeme bir isim )
2- Hadis kaynağı : (Ebu Zerr radıyallâhu anh ilâve etti) “Keşke sökülen bir ağaç olsaydım.” [Tirmizî, Zühd 9, (2313); İbnu Mâce, Zühd 19, (4190).
Hadisin sonunda yer alan “ağaç olma” temennisinin, hadisin râvisi Ebu Zerr (radıyallâhu anh)’e ait olduğunu şârihler belirtir. Hadis, insana uhrevî hesabın ciddiyet ve zorluğunu anlatınca, Ebu Zerr (radıyallâhu anh) Hazretleri, bu ihbarın ciddiyetini anlamış olduğunu ifade sadedinde, kazanılması zor, kaybedilmesi dehşetli bir sonuca atacak öyle bir imtihana mâruz kalmaktansa bir ağaç olmayı temenni etmiştir. Hadislere, râviler tarafından yapılan her çeşit ilâvelere idrac denir. Prof.Dr. İbrahim Canan
3-Bu yazımı ölüm rabıtası niyeti ile kaleme aldım. Verdiğim ayetleri yazımda tefsir etmedim, tefsirine linkle yönlendirdim. Niyetimiz tefsirin okunmasına vesile olabilmek. Bir kişi dahi istifade ederse mutlu olurum. Rabbimin rahmeti, mağfireti üzerinizden eksik olmasın. Amin.
İsra Doğan
Mutluluk, bir varış noktası değil bir seyahat tarzıdır. Yolu ve yolculuğu kıymetlendirebilmek insana yeter.
Kemal Sayar
Latif olan ve güzeli seven Allah’ım
Dünyamızı da ahiretimizi de güzelleştir.
Bizlere güzel ahlakı sevdir
Merhametini dilediğimiz Allah’ım
Bizim kalbimizede merhamet ver.
Her türlü kötü işten, fiillerden koru.
İradelerimize kuvvet, aklımıza basiret, gönlümüze feraset nasip et.
Gizlide ve açıkta olan biten her şeyi gören Rabbim
Bizleri zulm etmekten ve zulme uğramaktan koru.
Rahmansın, Rahiymsin, Tevvabsın
Hakksın, Haysın, Hasibsin
Metinsin, Şekürsün, Şafisin
Rezzaksın, Kayyumsun, Gafursun
Alimsin, Azizsin, Veliyysin
Basarsın, Semisin
Bir gece değil, bir ay değil, bir yıl değil
Şüphesiz ki bize nefes verdiğin her an mübarektir.
Allah’ım nefes aldıkça ve verdikçe kulluğumuzun idrakini nasip et bize.
Seni anmakta, sana ibadet etmekte, sana dua etmekte bize güç ve kuvvet ihsan et.
İslamı seven, layıkı ile uygulayanlardan ve sevdirenlerden eyle bizi.
Geçmiş kavimlere yüklediğin ağır yükleri, imtihanları bizlere yaşatma.
Allah’ım tez zamanda derdi olanlara derman, hasta olanlara şifa, hidayetten nasibi olanlara iman ihsan eyle
İslam alemine huzur dirlik beraberlik ve kardeşlik şuuru nasib et
Allah’ım göğsümüzü genişlet
İnşirah nasib eyle
Tövbe etmeyi ve tövbemizde sadık kalmayı nasip et.
Günahlarımızı affeyle.
Amin
Eli silah tutan karanlık adamlar var.
Kimi zaman bir soygun sonrası duyarız isimlerini, bazende töre diye çıkarlar karşımıza. İdealler de delip geçer masum bedenleri kimi zaman. Toprak bölüşür bazıları, uğruna şehid vermediği. Yetimi, dulu, gazisi kendi ırkından olmayan topraklarda. Gârip ve bir o kadar kendinden olmayana adaletsiz, kindar ve hoyrat. Öldürdükçe ölen, parçaladıkça bölünen adamlar.
Zordur, karanlık adam olmak !
Ellerinde silah, gece karanlığında ağlamaya mahkûm kalan. Sevgisiz ve mutsuz, yendiğini sandıkça yenilen adamlar.
İsra Doğan
Çocukken okuduğum hiç bir masalın kahramanı olamadım hayatta.
Ne yedi cüceler sardı etrafımı, ne de ortada bir prens vardı. Bremen mızıkacıları gibi müzik aleti çalmayı da öğrenemedim üstelik bağlama çalmaya çok hevesliyken.
Guliver gibi dünyayı dolaşıp kâh bir deve de dönüşemedim, cüceye de.
Hiçbir zaman keleoğlan gibi benim için hayatını ortaya koyan da olmadı.
Nankörlük etmemek lazım, hayatımın küçük, küçücük bir bölümünü biraz Heidi gibi yaşamadım değil. Çok sevdiğim bir dedem de vardı üstelik çok şükür. Ha, birde onun gibi köyden şehre inmişliğim de var.
İnmesine indikte, o kırmızı al al yanaklardan eser kalmadı tabii. Medeniyet insanın yanaklarını soldurmakla bırakmıyor ki. Bir kere yakanıza yapışan alacaklı gibi sömürdükçe sömürüyor o güzelim saf duygularımızı. Taa ki, medeniyetin mekanikleştiren çarklarında öğütülüp posa haline gelene kadar.
Zordur, şehirli olmak!
Baktıkça, insanın ruhunu ısıtan binbir yeşilin dans ettiği o dağlara, bahçelere veda ederek soğuk beton apartmanlara sığınıp yaşamak. Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş diyen atalarımızın ruhları şad olsun. Medeniyet göreceğiz, medeni insan olacağız derken kaybettiğimiz değerleri fark ettikçe ve nereden geldim nereye gidiyorum sorgulaması bir kere ruhumuzu istila edince, hayatla yüzleşme başlıyor. Hayat dediğimiz de biziz yani kendimiz.
İnsan böylece kendisi , kendisinin kahramanı olmayı keşfetmeye başlıyor. Medeniyetle değiştirdiği her ne varsa aslına dönüştürerek.
Zordur, dönüşmek !
İsra Doğan
Nasıl başlamalı söze bilmiyorum ki.
Hayalim bir kitap yazmaktı, bunun için bir yazarlık atölyesine de gitmeye başlamıştım. Kitap derken sakın roman ve öykü kitabı sanmayın, o kadarına ne yeteneğim var ne de kurgusunu oluşturabilecek bir hayâl gücüm. Ben mektuplar yazmak istemiştim çocuklarıma. İnsan kendinden bir hatıra bırakmak ister ya, hepsi bu.
Yazmayı seviyorum, tembellik değildi yolumdan veya hayalimden uzaklaştıran sebep. Belki mükemmel olsun, belki biraz edebi değeri de olsun olabilir. Bir türlü olmadı işte.
Aşk susturur, dert konuşturur derler. Bende uydurmuş olabilirim şuan bu sözü veya bir yerde okudum ve hafızamın bir köşesinde tıkılıp kalmışken, şimdi fırlayıp çıkıvermiştir. Onun gibi bir durumdayım diyelim. Şu an yazdığıma göre – buna konuşmakta diyebiliriz – dertliyim bu ara. Dünyaya küsmüş değilim, kendimi melankoliğe bağlamışta değil. Ah vah demenin bir çözüm olmadığını öğrenecek kadar da yaşadık, tecrübelendik. İnancımızında teslimiyet ve tevekkülü içimize sindirmede katkısı çok oldu tabii. Hayrın da şerrin de vardır bir hikmeti diyerek sabretmeye de.
Zordur, Yazmak !
Bazı insanlar vardır, anlatsam hayatım roman olur derler. İşte, o hayatı cümlelere dönüştürmek bu kadar kolay değil aslında. Anlatmak kolay oluyor da, okunabilir seviyede satırlara dökmek değil. İnsan eline kalemi alıp, beyaz kağıtla başbaşa kaldığı an bunu anlıyorsunuz. Şaşkın şaşkın bakakalmıştım ben. İlk cümle, o ilk cümleyi yazabilsem gerisi gelecek gibi hissetmeler boş bir hâyal. Yazıp yazıp çöpe giden sayfalarla yüzleşmenin dayanılmaz sancısı karnımıza değilse de ruhumuza hücum edince hâyal dünyasından çıkıveriyoruz.
Kabul etmek gerek, yazar olmak kolay değilmiş. Fakat okur olmakta kolay değil. Üstelik yazar olmaktan daha da önemliyken. Yazarlar da zaten ilk önce ” Yazabilmek için bol bol okumalısınız ” derler. Kuran-ı Kerimin ilk ayeti de ” Oku ” emriyle başladığına göre, bir sırrı olmalı okumanın.
Bu kadar sözden sonra diyeceğim o ki , sanırım veya umuyorum ki yazmaya yeniden başlıyorum / başlamalıyım. Günlük gibi yazabildiğim sürece duygularımı bu sayfayalara aktarmayı diliyorum. Nasip…. Olduğu kadar ve gittiği yere kadar.
İsra Doğan
Evde olmak güzel :))
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 7-8)Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kıyamet gününde, haklar sahiplerine mutlakâ verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan kısas yoluyla alınacaktır.” (Müslim, Birr, 60)
Beşinci Abbâsî halifesi Hârun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Biçimi, eşsiz kokusu ve müstesnâ rengiyle dikkatini çeken bu gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
Bahçıvan da sultandan aldığı bu emir dolayısıyla, gülün üzerine âdeta titremeye başlar. Her seher ilk işi, o gülün bakımını eksiksiz yapmak olur. Yine bir sabah gülün bakımını yapmak için yanına gittiğinde bir de bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Gülün dallarında tek bir yaprak bırakmamış. Büyük bir korku içerisinde halifeye koşar. Huzûra kabul edilince:
“–Sultanım!” der, “Üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, gülün üstünde tek bir yaprak bırakmamış.”
Hârun Reşid, bahçıvanın söylediklerini sükûnetle dinledikten sonra, telâş göstermeksizin şu cevâbı verir:
“–Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz.”
Sultanın bu cevabı üzerine rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Aradan henüz birkaç gün geçmiştir ki, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.
Heyecanla yine halifeye gelir:
“–Sultanım!” der, “Çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.”
Sultan yine telâşsız:
“–Merak etme efendi!” der, “Bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur.”
Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken, bülbülü öldüren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.
Yine halifenin huzuruna gelip sevinç içerisinde:
“–Sultanım! Bülbülü öldüren yılanı, ben de bahçede küreğimle öldürdüm.” diyerek durumu anlatır.
Hârun Reşid yine sakin:
“–Bekle bahçıvan efendi bekle!” der, “Yılanın âhı da sende kalmaz. Sen de yaptığının karşılığını görürsün.”
Nitekim çok geçmez, bahçıvan işlediği bir hata sebebiyle halifenin huzuruna çıkarılır ve cezalandırılması istenir. Halife de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan Sultana şunları söyler:
“–Sultanım! «Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz!» dediniz, onu yılan yuttu. «Bülbülün âhı yılanda kalmaz!» dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin ki mi kalacak?.. Demek sana da bir yapan çıkacak, öyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın.”
Hârun Reşid bir müddet sükût ettikten sonra, bahçıvana hitâben «Doğru söyledin!» diyerek askerlere şu emri verir:
“–Bırakın bahçıvanı, çiçeklerini sulamaya devam etsin.”
Bunun üzerine, Sultan ile bahçıvan arasındaki konuşmaya şâhit olan bir kimse şöyle der:
“–Sultanım, gereken cezâsını vermediğiniz takdirde bahçıvanın yaptığı yanına kalmış olacak.”
Hârun Reşid, bu sözler üzerine şu hakîkati ifâde eder:
“–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemeye tehir edilir! Ama gâfil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanır.” (Osman Nûri Topbaş, Şebnem Dergisi, Eylül-2014)
Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Kuddûs: Hatadan, gafletten, her türlü eksiklikten ve noksanlıktan münezzeh; pâk, temiz olan, bütün kemâl sıfatları üzerinde toplamış olan ve ne kadar övülürse övülsün tüm övgülerin üstünde olan demektir.
Kıyamet günü her hak sahibine hakları iâde edilecektir. Dünya hayatında insanlara ve hattâ diğer mahlûkâta zulmederek onların haklarını gasbedenler, bu yaptıklarının cezâsını muhakkak bulacaktır. Bu hususta hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğratılmayacak, herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“En büyük dehşet dahi onları tasalandırmaz. Melekler kendilerini şöyle karşılar: “İşte bu size vaat edilmiş olan (mutlu) gününüzdür.” (Enbiyâ, 103)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Kıyamet gününde cehennem ateşi mü’mine şöyle der: “Çabuk geç ey mü’min, senin nûrun benim alevimi söndürdü.” (Sehâvî, Mekasıd, s. 174; Ebû Nuaym, Hilye, c. 10, s, 329; Hatîb, Tarih, c. 5, s. 193; Beyhakî, Şuabu’l-îman, c. 1, s. 339)
Hikmet ehlinden birisi şöyle demiştir: “Cennette öyle bir rahatlık vardır ki ona ancak dünyada rahatı terk edenler erer. Orada öyle bir zenginlik vardır ki ona ancak dünyada gereksiz şeyleri terk edip dünyadan az bir şeyle yetinenler nâil olur. Orada öyle bir emniyet vardır ki ona ancak dünyada korku ve dehşet ehli olanlar vâsıl olur.
Nakledildiğine göre zâhidlerden birisi, ekmeksiz olarak sâdece tuz ile yeşillik yerdi. Ona “Sen sâdece bununla mı yetinirsin?” denildi. O: “Evet, ben bununla yetinirim. Çünkü ben dünyayı cennet ile değiştim. Sen ise dünyayı mezbele ile değişiyorsun. Yâni, güzel şeyler yiyorsun, sonra onlar mezbeleye gidiyor. Ben ise cennete gitmek ümidiyle tâatlere güç kazanmak için yiyorum.” dedi. (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan, Erkam Yay.)
Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
er-Rezzâk: Yarattığı bütün mahlûkatın rızkını veren, ruh ve bedenlerin gıdasının yaratan demektir.
Cenâb-ı Hâk’tan feyz ve cömertlik ve şühûd yoluna muvaffakiyet niyâz ederiz.
Değerli Takipçilerim Yaklaşık 2 aydır Lösemi tedavisi için hastanede yatmaktayım. Sizlerde bilirsiniz ki süreç biraz zor , uzun ve komplikalsyonlu seyretmektedir. Henüz ilk ara verilmiş olan bu sürecte fırsattan istifade siz değerli takipçilerime hem özlem duygularımı, hemde sitenin durgunluk sebebini yazayım dedim. En son paylaşmış olduğum konuda ki gibi ” Yalnız değiliz “. Bizi her şartta koruyup kollayan bir Rabbimiz, duaları ile bizlere destek olan din kardeşlerimiz ,manevi büyüklerimiz var, özel dostluklarımız var dua zincirinden ayrılmadığımız. Ve Tabii sevgili Peygamber efendimiz, ki bize isabet eden her musibet onu üzer. İnşaallah manevi yardımı ile her zaman yetişir. Sizleri Güç ve kudretin sahibi Rabbime, rahmet olarak indirilmiş olan sevgili peygaberimizin manevi yakınlığına emanet ediyorum. Dualarım sizinle… Selam ve hürmetler. İsra Dogan
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah’a secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!” (Alak, 19)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“…Kim namazı bile bile terk ederse, o kişi Allah Teâlâ’nın himâyesinden ve hıfz u emânından uzak kalır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
İnsanların giderek birbirinden uzaklaştığı, menfaatperestliğin öne çıktığı ve ferdiyetçiliğin hâkim olduğu günümüzde, medeniyetin bir hastalığı da yalnızlık hissidir. İnsanı psikolojik rahatsızlıklara sürükleyen bu hastalığın en güzel ilacı namazdır. Namaz, ister ferdî olarak, isterse faziletini artırmak için cemaatle kılınsın, insanın yalnızlık hissini günde en az beş defa giderir. Çünkü namaz, insanı Allah’ın huzûruna çıkardığı için, tek başına kılsa bile, ona yalnız olmadığını hatırlatır. Cemaatle kılındığında ise insanı hem Allah’ın huzûruna götürür hem de diğer mü’min kardeşleriyle bir araya getirir.
Sosyoloji alanında mütehassıs olan Prof. Dr. Ümit Meriç şöyle demiştir:
“Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun da sosyolojiye ihtiyacı yoktur.”
Cenâb-ı Hak, namaz husûsunda “Secde et ve yaklaş!” buyuruyor. Felâha eren kullarının namazı huşû ile kıldıklarını haber veriyor. Huşû ile kılınan bir namaz sâyesinde insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı tevekkül ve teslîmiyeti artar. Bu teslîmiyet neticesinde kişi, psikolojik bozukluklardan muhâfaza edilir. Zira o, en yüce kuvvete yani Cenâb-ı Hakk’a teslim olarak kendini ebedî huzûrun engin kollarına bırakmıştır. (Osman Nûri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yay.)
Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Ğaffâr: Daima affedici olup, mağfireti, bağışlaması sonsuz olan, yeniden işlenen günahları örten, setreden ve affeden demektir.
Namaz kılan bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın muhâfazası altında olduğu hisseder ve büyük bir mânevî huzûr ve emniyet duygusu içinde yaşar.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allâh da kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara, 207)Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse imânın tadını tatmıştır.” (Müslim, İmân 56)
Îmânı aşkla yaşayan kahramanlardan biri de Vehb bin Kebşe (ra)’tır. Bu mübârek sahâbînin türbesi Çin’dedir. Peygamber Efendimiz (sav) onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazîfelendirmişti. Hâlbuki o zamanın şartlarında Çin, Medîne-i Münevvere’den bir senelik mesâfede idi. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullâh hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümîdiyle Medîne yollarına düştü. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medîne’ye vâsıl oldu. Fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefât etmiş olduğu için O’nu göremedi. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allâh Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyetinin idrâki içinde tekrar Çin’e döndü ve bu hizmetteyken rûhunu teslîm etti.
Vehb bin Kebşe (ra), böylece Allâh Rasûlü’nün Çin’deki ilk temsilcisi olma şerefine nâil oldu. Fânî cesedi Çin’de, rûh-i câvidânîsi ise Medîne-i Münevvere’nin rûhâniyet-i Rasûlullâh ile dolu münevver iklîminde kaldı. (Osman Nûri Topbaş, Faziletler Medeniyeti-1, Erkam Yay.)
Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Halîm: Cezalandırma imkânına ve gücüne sahipken suçluların cezasını hemen vermeyen, gazâbın kendisine gâlip gelmediği, sapıkların düşüncesizliklerinin, âsilerin isyanlarının kendisini öfkelendirmediği, teennî ve afv sahibi, kullarının suçunu anlamasına ve tövbe etmesine imkan tanıyan, acelecilikle ve kızgınlıkla davranmayan ve ceza vermekte de acele etmeyen, çok yumuşak davranan demektir.
Sevilen ve benimsenen şey, seven ve benimseyene kolay gelir. Kolay gelen şey ise, rahatlıkla yapılır. Zevkle yerine getirilir. O halde Allah ve Rasûlü’nü her şeyden fazla seven mü’mine, bütün dini görevler kolay ve zevkli gelir. Tembellik ve tereddüt göstermeden her emri gücü ölçüsünde yerine getirir. Bu da mü’mini “inanç adamı” seviyesine ulaştırır. Çünkü rıza gönlünü ve özünü sevgiliye adamaktır. Başka bir ifâde ile rızâ, mü’minin, gönlünü mü’min olmayana kaptırmaması demektir.